Yaşama Tutunmak
- MART 18, 2019
- 0
- 3
Yıpranmıştı. Hayat onu oradan oraya sürüklerken akışına bırakmıştı artık her şeyi. Hayat seçim hakkı tanımamıştı ki ona. Bu yüzden yapacağı pek bir şey kalmamış gibi düşünürdü kabullenmekten başka. Yıllar acımasızlığı nasıl da vurmuştu yüzüne. Yüzündeki derin çizgiler nasıl da büyütüyordu yaşını. Şimdi bir hastane odasında derin uykular içinde hangi anı rüyasını zapdetmeye çalışıyordu?
Gençliğinin baharında daha belki çocuk sayılabilecek yaşta evlenmek zorunda kalmıştı. Kim bilir onun da nice hayâlleri vardı. Ama hiçbirini gerçekleştiremedi. Hayırsızın birine evden bir tabak eksiksin diye verivermişlerdi. Çocukluğunda kendi evinde görmediği mutluluğu kocasının evinde de görmemişti ya! Ev, yuva değil canlı konulduğu bir mezar olmuştu. Kocasının evi! Çünkü sağ olsun hayırsız, kadına hiç kendi evi gibi hissettirmemişti. Her kavgada bunu yüzüne vuruşu kalbine çivi gibi bir bir çakılmıştı. Bir gün bu çiviler sökülse bile izini bir ömür taşıyacaktı. Dahası çiviler çakılmaya devam etti. Yaralarla dolu kalbinde mutluluk sadece hayallerini kurabileceği güzel günler miydi?
Sahi nasıldı mutlu olmak? Bir formülü var mıydı? Belki hayatında dört kez tatmıştı mutluluğu. Dört evlâdını kucağına aldığı vakit. Şimdi ise dört ayrı dert olmuştu yüreğine. En büyük oğlu otuzuna merdiven dayamış, huyu batasıca babasına benzemiş çıkmıştı. Ne evine bakar, ne de evini geçindirirdi. Torunlarının hatırına iki ev geçindirme derdiyle o iş bu iş durmadan çalışmak zorunda kalmıştı kadıncağız bir de. Baba ile oğul o üç kuruşluk para derdine düştükleri kavgalarında bile kadıncağıza bağlarlardı kabahati. Suçlu ilân edilen ezilen yine o olurdu. Ama torunları için uyanmalıydı şimdi. Onları şu hayırsızlara muhtaç etmemek için. İki numara şimdi askerdeydi. Evden bir an önce kaçış fırsatı arayan bu genç, yaşı gelir gelmez asker ocağına atmıştı kendini. Liseden sonra üniversite okumayı çok istese de babası, “Okuyup da ne olacan para lazım bize!” sözleriyle bıktırmıştı. Annesinin yükünü hafifletmek için o da çalışmayı seçmiş; gel gör ki aldığı para ne kendisini, ne de babasını memnun etmişti. Ama oğlunun terhisini görmek için uyanmalıydı annesi.Üç numarası Nurcan vardı: İki gözünün nuru, bahtı güzel olsun diye dualar okuyup üflediği Nurcan. Kaderi hiç kendine benzemese anadan kıza geçen makûs tâlihi ah keşke Nurcan yenebilse. Hemşire olsa şu hasta yatağında iki gündür gözünü açamayan annesine gelse onu iyileştirse bu kadının bütün acıları dinerdi. Kötü mâzisini unutur, hatta yaşamak için tutunacak bir dalı olurdu ama nerede? Nurcan evde bulaşık, yemek, bulaşık, çamaşır, yemek, bulaşık… Babasının gömleklerini – memur sanki- her gün ütüler. En büyük abisinin kavga edip evden kaçınca dırdırını çeker, karnını doyurur. Bir de annesi yokken en küçük kardeşine bakar. Dinlenmeye vakit bulamaz ki, derslerine güzelce çalışsın okuyup hemşire olsun. Okula zor gider, ödevlerini teneffüs aralarında yapardı Nurcan. Okula gitmeyi evden kaçış bilir, bir gün bu lise de bitecek diye ödü kopardı. Şimdi annesine bir şey olsa yük üstüne yük bitecekti. Okula gitmek bile hayâl olacaktı. Sırf Nurcan için uyanmalıydı annesi, ona sırtını yaslayacak bir limanı olduğunu göstermek için.Bir de Mert Ali vardı, son göz ağrısı. Hiç kıyamazdı ona. Bazen Nurcan, “Anne bırakıp gidelim buraları biz birbirimize yeteriz,” demesine rağmen Mert Ali için dayanır olmuştu, son zamanlarda çektiği tüm sıkıntılara. Küçük bir çocuk olmasına rağmen yaşından büyük acılara tanıklık etmişti. Daha fazla üzülmemeliydi Mert Ali. Onu sevindirmek için uyanmalıydı annesi.
Yaşama tutunmak için bir sebebi olmalıydı, insanın. Belki umutları, hayalleri ya da – fazlasıyla – sevdikleri.