Yarına Bir Akşam Kala
- NİSAN 30, 2020
- 0
- 0

Güzü andırır bir yaz günüydü. Yukarısı griye çaldıkça yeryüzündeki renkler matlaşıyor ve etraftakiler telaşa kapılıyordu. Yağmur henüz uslu uslu duruyorduysa da esnafı tedirgin ediyordu. Bayır boyunca karşılıklı sıralanmış dükkânların tenteleri sonuna dek açılmış; daracık sokağa şemsiye tutuluyordu sanki.
Yokuşu inerek caddeye vardığımda gökyüzü çiselemeye başlamıştı. Pek vakit geçmeden yüzler ve haller değişmiş, insanların telaşı artmıştı. Köprüdeki balıkçı takımı yağmurluklarını giyiniyor, turist kafilesi deklanşör açarak o tarafa yaklaşıyordu. Buhar yüzüne vururken mısırcı, tezgâhını alt geçide sürüyor, pilavcı da tıngır mıngır peşinden gidiyordu. Uçmaması için bir eliyle sıkı sıkı şapkasına bastıran saatçi, boynunda taşıdığı tezgâhı ile sığınacak bir tente arıyordu. İETT durağının altında bir yığın insan, yanaşacak ilk otobüse atlamaya hazır bekliyor, en arkadaki iri kıyım, başı cascavlak adam önündekileri bilenerek izliyordu.
Telefonumda Seyduna Türküleri çalarken, tüm bu curcunayı kulak ardı etmeyi yeğliyordum. Kulaklığımdaki, ‘‘Sen hiç mi bahar görmedin?’’ serzenişinin dışında, sadece yanımdaki daltaban dilencinin yakarışını işitebiliyordum.
İskelenin önünde bir sigara yakmış ve buluşmak üzere sözleştiğim arkadaşlarımı beklemeye koyulmuştum. Henüz türkü devam ettiği için geç kalmış olmalarına aldırmıyordum. Hem de on saatlik iş günümün ardından Haliç’i seyretmek iyi gelmişti. Islandığımı unutmuş, rüzgârın denizi kışkırtmasını izliyordum ki, sigaramın ucuna düşen damla ile yağmuru hatırladım. Bir sigara daha çıkarmak için elimi cebime attığım esnada ardımdan, ‘‘Nerelisin abi?’’ diye bir ses işittim.
Bana sorulduğuna emin olunca, ‘‘Memleket Sivas. Sen nerelisin?’’ diye yanıt verdim. Aslında esmer teni, geniş alnı ve şivesi İç Anadolulu olduğunu anlamama yetmişti. ‘‘Aksaray,’’ dedi ve yanıma yaklaştı. Tıpkı benim gibi o da bir ayağını önümüzdeki sete dayadı.
‘‘Adın ne?’’ diye sordum.
‘‘Salih,’’ dedi.
‘‘Kaç yaşındasın Salih?’’
‘‘On dört.’’
O yaştaki birinden beklemeyeceğim kadar sokulgan ve oturaklıydı Salih. O an yanımızdaki çöp konteynerinin yanındaki hararı gördüm. ‘‘Senin mi?’’ diye sordum. Onun olduğunu öğrenince, ‘‘Güzel,’’ dedim, ‘‘Yağmuru yedikçe kâğıtların gramajı artar.’’
Güldü. ‘‘Yok abi,’’ dedi, ‘‘Bu havalarda fireye sayıyorlar. Hararı on kilo eksik tartarlar.’’
‘‘Ne kadar kâğıt topluyorsun?’’
‘‘Günde yüz kiloyu buluyor.’’
‘‘Kilosuna kırk kuruş mu sayıyorlar hala?’’
‘‘Yok abi, yirmi kuruşa düştü.’’
Çaktırmadan günlük kazancını hesapladım. En azından okul masrafını karşılamaya yeterdi kazandığı para. ‘‘Bir yandan da okuyor musun?’’ diye sordum.
‘‘Yok. Sıkıldım okuldan, bırakıp abimin yanına geldim. O bitirdi ama okulu.’’Şaşırdım. Çünkü çocuğun İstanbul’da yaşıyor olduğunu sanmıştım. Aksaray’dan çalışmaya gelmiş, gurbetteymiş meğer.
‘‘Aksaray’da iş yok muydu?’’
‘‘Yok. Hem abim tek başına korkuyor burada, tinerciler yolunu kesiyor diye. Onu yalnız bırakmak istemedim.’’
İyice muhabbete tutulmuşken, abisi de yanımıza geldi. O da kardeşi gibi çatık kaşlıydı ama Salih’in yanında epey gürbüz duruyordu. Kardeşinin kulağına fısıldamaya başladı. Sonra Salih, ‘‘Abi bir sigara versene,’’ dedi, ‘‘Bu istemeye utanıyor da…’’
Adını sorarken sigarayı da uzattım. ‘‘Eee Ramazan,’’ dedim, ‘‘Yazın da burada mısınız?’’
‘‘Yazın Aksaray’a gidiyoruz abi. Kışın yine geleceğiz.’’
‘‘İstanbul’da nerede kalıyorsunuz?’’
‘‘Kâğıtları verdiğimiz depoda. Damı akıtıyor ama hiç yoktan iyidir abi.’’
Bir sigara daha çıkardım, ki üst üste sigara yaktığım pek nadir görülür. O an Salih ve Ramazan için bir şey yapmalıyım diye düşünüyor ama ne yapabileceğimi kestiremiyordum. Asla para tutuşturamazdım ellerine. Çekinirdim. Zaten cep delik, cepken delik… Günde on saat çalışıp kırk lira ücret alıyordum. Ücretsiz hafta izni de cabası… Yakınımızda bir büfe vardı. ‘‘Burada bekleyin. Bisküvi, çay alıp geleceğim,’’ dedim. ‘‘Yok abi,’’ dedi Salih,
‘‘Bizim midemize dokunur.’’
‘‘Ramazan’a dokunmaz,’’ dedim.
‘‘Bana da dokunuyor abi ama çay içerim.’’
Ben büfeye doğru giderken, Salih, ‘‘Bana çay da dokunuyor abi,’’ diye seslendi.
Sanki çay kursağımdan geçince zihnim açılmıştı da aklıma bir fikir gelmişti. ‘‘Ya siz kâğıt topladığınız sıra kitap da buluyor musunuz?’’ diye sordum.
‘‘Buluyoruz.’’
‘‘Peki, kitabı da mı kâğıt fiyatından alıyorlar?’’
‘‘Evet.’’
‘‘O zaman size telefon numaramı bırakacağım. Bulduğunuz kitapları bir köşede biriktireceksiniz. Onları sizden satın alacağım. Böylece daha çok para kazanmış olacaksınız. Tamam mı?’’
Teklifim ikisinin de kafasına yatmıştı. Bir kâğıda telefon numaramı yazdım. O esnada vapur iskeleye yanaştı ve çok geçmeden arkadaşlarım da yanımızda bitti. Eğer yolları düşerse uğramalarını sıkı sıkıya tembihleyerek işyeri adresimi de verdim ve vedalaştık.
O günün üzerinden neredeyse bir yıl geçecek, telefon bulup bir defa arayabildiler beni. Sonra ne ben onlara ulaşabildim ne de onlar bana… 1 Mayıs’a bir akşam kala, şu dize hatırıma düşürdü Salih ile Ramazan’ı: ‘‘Karanlığın sonu bir ulu şafak!’’
Yarına bir akşam kaldı. Yarın 1 Mayıs!