Ukde
- ARALIK 17, 2018
- 2
- 0

“Heyder Baba, dünya yalan dünyadı
Süleyman’dan, Nuh’tan kalan dünyadı
Oğul doğan, derde salan dünyadı
Her kimseye, her ne verip alıbdı
Eflatun’dan bir kuru ad kalıbdı.”
Şehriyar
O günün gecesi, tan atımına kadar sınava çalışmıştım ve bu görülmüş şey değildi. Uyumayı düşünmüyordum; zira uyuyakalıp sınavları kaçırdığım için, uzayabildiği kadar uzamıştı zaten okul. Lâkin melun Şeytan, bu kez uyku kılığına girmiş, ‘’bir iki saat de olsa uyuman lazım’’ diyerek kulağa hoş gelen suflesini vermişti. Güzel bir öneriydi; tatlı bir uykunun kollarına bırakmıştım kendimi. Rahmetli ebem (babaannem)’in güzel Türkçemize mahsus, ‘’oğul…oğul, uyan!’’ seslenişi ile uyandım. Sınava gecikiyordum. Alelacele çıkıp sınava yetiştim. Dimağımda rahmetlinin sesi ve unutulmaya yüz tutmuş sureti vardı. Dünyasını değiştireli yıllar olmuştu, ama hâlâ şefkatini çekmemişti üzerimden. -haberi ya da faydası olur mu, bilemiyorum ama- ruhuna Fatihalar vasıl eyledim.
Çarşıya çıkıp dolaşırken, estetik yoksunu betonarme bir binanın bahçesinde iki ihtiyar takıldı gözlerime. Mevsimin sonbahara çaldığı; Güneş’in esrik bakışlarını kaybettiği; yaprakların solmaya yüz tuttuğu; ılık rüzgârların bir diyardan bir diyara savurduğu rayihaların, yerini sarımtırak bir burukluğa bıraktığı bir zaman diliminde, dalları semayı kucaklayan ulu bir çınara nazır bir banka oturmuş, zaman ve mevsimden payını almışçasına seyr-i âlem içindeydiler. Ömrün baharına çoktan elveda etmiş, yüzlerindeki çizgilere acı tatlı hatıralar ekmişlerdi. İkisi de sessizliği ezber eder gibiydi. Sanki konuşsalar denizler karalara yürüyecek, dağlar ovalara devrilecekti. Birbirlerinin yüzüne bakmadan öylece susuyorlardı sessizliği ezber eder gibi. Bir şey bekliyor gibiydiler; ama bir mucizeyi bekler gibi heyecanla ve merakla değil, bilinen ve gerçekleşmesi mutlak olan bir şeyi bekler gibi, çaresiz ve durgun…
Yaklaşıp selamladım ve kanı çekilmiş yumuşacık ellerinden öptüm. Kendi ihtiyarlığıma da hürmet eder gibiydim ve tabi ki, merhum ebemin ruhunu şad ediyordum. Birbirlerine sokulup bana yer açtılar. Yanlarına oturtup beni, uzun bir sohbetin içine çektiler. Önce tanımak için sorular sordular. Esas konu ben değildim, kısa cevaplar ile tanıttım kendimi. Sonra kendilerinden bahsetmeye başladık. Geçmiş anılarından, duygularından ve mevcut durumlarından bahsettik. Adına Huzur Evi dedikleri kimsesiz ihtiyarlar diyarına terk edildikleri o gün, henüz ecel varmadan ölümü yaşamışlardı. Bu terk ediliş, sevginin, güvenin ve vefanın ölümünden başka bir şey değildi; ama kadere sitem, feleğe isyan artık neye yarardı… Ara sıra talihsizlikler, huzursuzluklar olsa da bir aile ortamında yaşadıkları o mutlu zamanlar artık geride kalmıştı. Bin bir zorlukla, yemeyip yedirip, giymeyip giydirip, uykusuz gecelerde üzerine titreyerek büyüttükleri ve uğruna tatlı candan bile geçecekleri çocukları, onları, hayvan barınağına kedi bırakır gibi terk edip gitmişlerdi. Evet, hissettikleri tam olarak buydu…
Çocuklarından bahsettikleri bir anda Süleyman amca, hırkasının cebinden siyah-beyaz bir fotoğraf çıkardı. Yakışıklı bir baba ve güzel bir annenin, iki erkek bir kız çocuğunu aralarına alarak çekindikleri bir fotoğraftı. Yüzlerine baktım; insan, ne çok değişiyor diye düşündüm. Yedisinde ne ise, yetmişinde de o olmuyormuş; Teni, yüzü, elleri değiştiği gibi, hayata bakışı da değişiyormuş. Fotoğrafa bakar bakmaz gözleri doldu ikisinin de. Nermin teyze, çocuk gibi ağlamaya başlamıştı. ‘’Gelip, gidiyorlar mı yanınıza?’’ diye sordum, sormaz olaydım. Bu bed yüzlü, ruhsuz yere terk ettiklerinden beri ne gelmişler ne de arayıp sormuşlardı. İç çekişlerle geçen muhabbetimizin sonunda, tek menfi söz duymadım dudaklarından. Anne merhameti, baba şefkâtiyle, ‘’Varsın gelmesinler, iyi olsunlar da.’’ diyerek, dualarını eksik etmiyorlardı yine de.
-Hayatın pek de iyi davranmadığı ve makûs talihleri vesilesiyle melankoliye sürüklenenleri(Bunda, Müslüm Baba’nın etkisini görmezden gelemeyiz) istisna sayarsak- İnsan, genç ve sağlıklı iken, her şey ile mücadele edebileceğine, olmazı oldurabileceğine inanır. Kendinde tükenmez bir güç, kuvvetli bir irade görür. Hayata karşı dirençlidir ve yaşama azmiyle doludur. Yaş aldıkça her gün biraz daha azalan bu azim, ömrün son demlerine doğru yerini acizliğe bırakır. Artık, taşı sıktığında suyunu çıkaran elleri tir tir titremekte, iki adımda soluğu kesilmekte, birçok şeyi unutmakta veya karıştırmaktadır. İşte bu zamanlar, tutunacak birilerinin olması gereken zamanlar iken insan, anne-babasını nasıl bırakıp da böyle umarsızca gidebilir; nasıl rahatsızlık duymadan yaşayabilirdi, anlamıyordum.
Bu duygular içinde ve akılımın bir köşesinde huzur evinin huzursuzluğuyla kalkıp gençliğime döndüm, ama artık gençliğimin ihtişamına yüz çevirmiştim ve gençliğim, yetmiş yaşını yaşıyordu.
Tebrik ederim kardeşim cok güzel olmus
Insanligin en buyuk ayiplarindan biri huzurevleridir…