Toprak

Elif Davarcı
Toprak

Boğazımda bir ip, adı yaşamak. Çekiştiriliyor sürekli, tamamen sarsa hani, işimi bitirse birden, soluğum kesilse sorun olmayacak. Ama olmuyor, Azrail’in ellerini hissediyorum boynumda, nefesi ensemde. İrkilip koşmaya başlıyorum bazen, saatlerce koşuyorum, ezberliyorum tüm yolları, adım gibi biliyorum çarptığım insanların hikâyelerini. Ağlayarak, boynumdaki ipi çözmeye çalışarak geçirdiğim gecelerde birkaç kitap alıp balkona çıkıyorum. Parçalıyorum hepsini. Kendimi bulamadığım tüm kitaplardan kaçmak istiyorum. Zihnim hikâye çöplüğüne dönüştü sizin yüzünüzden diye bağırıyorum. Üst kattaki teyze bastonuyla vuruyor birkaç kez. Beynimi deliyor bu ses. Daha çok bağırıyorum. Susmak kadar etkisiz bir şey bu bağırmak. Rahatlatmıyor, sadece o değil, hiçbir şey rahatlatmıyor beni. Adım adım yaklaşıyorum toprağa. Parmak uçlarımdan ufak toprak taneleri dökülüyor her nefes alışımda. Ölüyorum diyorum, beni duymuyor musunuz? Dökülüyorum, gözlerinizin önünde gerçekleşiyor her şey! Beni görmüyor musunuz?

Yazdım ve gönderdim. Ne bu şimdi dedi, duygusuz. Saate baktım. Bir. Geç değil, gece yeni başlıyor, daha ne intihar senaryoları belirecek zihnimde, hiçbiriniz bilmeyecek. Koşmak istiyorum yine, kaçmak, kurtulmak. Kim kaçabilmiş ölümünden, ben de kaçamayacağım, bunu da biliyorum. Yazı işte, belki bir hikâyenin içinde kullanırım yazıp gönderiyorum. Çok geçmeden iki mavi tik oluşuyor mesajın altında. Mesajı açıp esnediğini ve telefonu yastığının altına sıkıştırıp uyumaya devam ettiğini görüyor gibiyim. Sen de anlamıyorsun yazıp göndereceğim esnada vazgeçiyorum, ona söyleyemediğim şeyleri bağırarak komşulara duyuruyorum. Ölüyorum, görmüyorsun, tıpkı sevdiğimi fark etmediğin gibi!

Bir rüya gördüm geçen gün. Musallanın üzerindeki bedenimi gördüm. Üzgündü. Her ölü gibi. Ama ölü değildim. Ona dokundum. Kendime. Sıcaktım. Ölmüş olamam. Kalbime gitti elim, çürük ceset kokusu doldu içime, genzimi yaktı. O an morgda olduğumu fark ettim. Üşüdüm. Titrediğimi kimse görmedi. Yalnızdım. Cesetle. Kendimle. Yere oturup bekledim bir süre. Ağladım bir süre. Doğruldu ceset. Tuttu elimden. Morgdan çıktık birlikte. Neden birden geriye dönüp baktım. Kapının üzerinde ‘hayat’ yazıyordu.

Cevap vermeyeceğini düşünerek gönderdim bunları da. Bazen geceler uzuyor, uzuyor ve bir el boğazıma yapışıyor. Uyuyamayınca, evdeki sessizliğe kulak kabartınca, o sessizliğin içinde eriyip gidince birdenbire… bir ses arıyor insan. O zaman gidip çiçeklerimin yanında alıyorum soluğu. Nefes alabiliyorum biraz olsun. Çek diyorum Azrail’e, biraz olsun hafiflet boynumdaki ellerini, çiçeklerim için hiç değilse… onlar bana emanet. Ailemin gidip de dönemediği yollar var, benim çıkıp da kaybolduğum, kayboldukça tükendiğim… tükeniyorum işte ve kaç saksılık toprak vardır bedenimde diye düşünüyorum ansızın.

Bir gün uyandım. Rüyanın içinde olduğumu anladım. Bedenim toprak olmuş, biri almış onu bir saksıya doldurmuş, başka topraklarla karıştırmış, o toprakların hikâyesine ortak olmuşum böylece. Dil yoktu, ses de yoktu belki ama her daim iletişim kurmanın bir yolunu bulabiliyordu insan. Toprak olsa da. Sonra seni aradı gözlerim. Gözler de yoktu ya neyse, anladınız beni. Gördüm. Bir el gelmiş ve topraklarımızı karıştırmıştı. Sevdiklerimiz. Hepsi ölmüştü. Hikâyelerimizin aktığı çizgiler birbirine sarılmıştı, bir yumağı andırıyordu bu hâliyle. Senin gözlerini göremedim o kalabalıkta. Toprak olduğun için belki. Olabilir mi? Sonra uyandım. Sandım.

Bunu da gönderdim. Şimşek çaktı. Karanlık odamın içi aydınlandı. Karşımda seni gördüm. Bu bir hayâl, korktum ya, belki de ondan, gerçek değil diye mırıldanırken aklıma onun ölümü geldi. Son anlarında sevdiği fakat hayatta olmayan kişileri mırıldanışı… sesi kulaklarımda yankılandı. Çocuk oldum yeniden. Çocukça bir hisle farkında vardım boğazımdaki ellerin. Ölmek değil de her an öldüğünü hissetmek kötüydü belki de. Bileklerime kadar yok olmuştum şimdi. Durduğum yerde toprak birikintisi oluşuyor, ona doğru akıyordum. Karşımda olduğuna göre, bu kez gör ne yaşadığımı hiç değilse. Donuk gözlerin, oysa sen gülünce… gözlerin… neden böyle… ölü gibi.

Rüya, gerçek, hayal, düş… düşüverdim ben yine. Bazı geceler sabaha bağlanmayacakmış gibi uzun oluyor. Ama bazı geceler gerçekten sabaha bağlanmıyor bazı insanlar için. Hikâyeleri bitivermiş oluyor, sanki göz açıp kapayıncaya kadar geçen bir süre gibi kısa. Benim hikâyem kısa sürmedi ama. Yirmi dokuz yaşında bir ölü olacağım sen bu satırları okurken. Bilmem kaç güne denk gelir bu süre, asal mıdır, nasıl bir sayıdır, bilmem. Mutfağa gitmek için çıktım odadan. Boğazım kurumuştu ve Azrail’in ellerinden bir an olsun kaçabilmeyi denemiştim. Tekrar odama dönmek için kapıyı açtığımda karşımda odam yoktu. Sahaf gibi bir yerdi. Kitapların kokusunu çektim içime. Ölümsüzlüğü fısıldar gibi yanıma sokuldu bir şey. Defter. Açtı sayfalarını, kendini karşımdaki masaya bıraktı. Bir kalem geldi usulca, parmaklarıma tutundu.

O gün deftere yazdığım her şeyi hatırlıyorum. Bu doğru değil. O gün kalemin bana yazdırdığı her şeyi hatırlıyorum demeliydim. Ben yazmamıştım, sadece kalemi tutmuştum, o süzülmüştü sayfaların arasında, çizgiler bir araya gelip bir kitap oluşturmuştu en sonunda. Uyandığımda kucağımda duruyordu. İçinde hayatımı taşıdığımı hissediyordum. Açıp okuyamadım bu yüzden. Her şey aklımda oysa, ama sanki okusam bir şeyleri değiştirebilirmişim gibi geliyordu.

Neden hiçbir şey yazmıyorsun yazıp gönderdim. Saat ikiye geliyordu ve canım sıkılmıştı. Tam da böyle anlarda Azrail’e yalvarasım geliyor, ne olur, biraz daha sık ellerini, sık ve al ruhumu, ne olur… binanın önünden şarkı söyleyerek geçti birkaç kişi. Bağırsaydım, durdursaydım onları, inseydim hemen yanlarına, sorsaydım, deseydim ki, siz görüyor musunuz beni, toprağım ben, görüyor musunuz kalbimin üzerindeki çiçekleri… yapmadım hiçbirini. Cevap hâlâ gelmemişti. Mavi tik de oluşmamıştı bu kez. Güzel bir uykudadır, güzel bir rüyadadır, rüyalar hep güzeldir, benden uzak olsalar da.

Ama bu bir kâbus.

Gece bitti. Gün göründü. Balkonda yağmuru seyrederken telefonum çaldı. Ağlamaklı bir ses. Konuştu. Eylül abla, abimin öldüğünü neden kabul etmiyorsun? Bir avuç toprağı hissettim dişlerimin arasında. Midem bulandı. Kötü bir şaka bu dedim, anlamıyor musun, kandırıyor hepimizi. Üzgünüm ama haberin olsun, bu telefonu bir daha açmayacağım, kendine bunu yapma sen de… telefonu kapattı. Ne yapmayacakmışım kendime.

Annem odamdan içeri girdi. Bembeyazdı. Ölü gibiydi teni… Sonra babamı gördüm. Babama baktı, sanki itiraz etmesini beklercesine. Olmadı. Sonra bir çığlık çarptı bedenime. Dokundu. Buz tuttu ya da çoktan buza dönüşmüştü elleri ve bu kâbus hiç bitmedi.

 

Bu içeriğe emoji ile tepki ver
4 kullanıcı tepki verdi
Bunlar da ilginizi çekebilir
Benzer yazıları okuyabilirsiniz.
 
Hikâyenin Başa Sarmasıdır
  • ARALIK 17, 2020
  • 837 görüntülenme
 
Gayya Kuyusunda Aşk
  • AĞUSTOS 23, 2020
  • 1208 görüntülenme
0 Yorum
Yorumları okuyabilir ve cevaplayabilirsiniz.

Yorum Yazın
E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlendi.