Sonun Başlangıcı

Havva Akel
Sonun Başlangıcı

“Her başlangıç kendi sonunu getirmeye mecburdur. Doğan, bir gün mutlaka ölecek. Varlık, yokluğa doğru yürümeye devam edecek. Bulmak, kaybetme korkusunu üzerinde taşımaya hep mahkûm olacaktır. Ve başlayan her hikâye bitecek. Yani senin hikâyen de bir gün bitecek.

Kibritin yaratılış amacı kendini tüketmesi üzerinedir. Bu,  varlığını yokluğa sunmaktır. Bir kıvılcıma bakar. Biraz önce varken birden yok olmak. Aslında ne kadar ilginç! Bugün de öyle, dün yok; yarın belirsiz. Bugünün amacı belli: yaşamak ve belirsizlikleri yaşanan belirli bir an yaparak geçmişe karışmak. Biz yeni güne geçelim! Bugün kendini düne bırakırken zamanı sıfırlamak zorundadır ve ancak sıfır olduğu anda yeni bir gün başlar. Yeni gün yeni şeyler getirecek diye beklerden de götürdüklerini bazen –hayır, çoğu zaman hatta sürekli- görmezden geliriz. Biz her gün yaşımızdan yeni bir gün daha alma derdine düşmüşken aslında zamanımızdan bir gün daha eksilttiğimizin farkında değiliz. Durum şu ki, yaşımızla zamanımızın bir gün gelecek eşitlenecek. İşte! Biz, o gün sıfır olacağız. Malum son bu!”

Bir konu belki bu kadar güzel ölüme bağlanabilirdi. Yine nereden başladığımızı bir türlü kestiremediğim ama dinlerken bilmediğim, şaşırdığım, tasdik ettiğim bazen düzelttiğim -tamam, çok nadir düzelttiğim- böyle konuşmaları zihnimde bir karmaşaya neden olsa da bilgi şöleni yarattığını da inkâr edemezdim. Onunla sohbet edebilmemiz ya da onun bana bir şeyler anlatması zamanın onda durması, belki benim zamanımın onda hayat bulmasıydı. Ben bunları düşünürken o, başka konuya çoktan geçmiş; fikir tarlalarında at koşturmaya devam ediyordu:

“Yaşanmışlık geçmişine dair izlerdir. İhtimaller ise yaşanmamışlar üzerine kurulu hipotezlerden başka bir şey değildir. Keşkelere sığınmak, pişmanlığın en büyük göstergesidir. Pişmanlık duymamak ise seçimlerinin arkasında durmayı bilmektir. Bu da senin kararlılık seviyendir. Yani sen ne kadar kararlısın?”

Yani ben… Bilemiyordum. Zaten o da bu soruyu benden bir cevap almak ister gibi sormamıştı. Konuşmasına kaptırmış gidiyordu. Bense -ne kadar sürdüğünü kestiremediğim bir süre- kararlılık sorgulamamı yapıyordum. Ta ki konuştukları tekrar dikkatimi çekene kadar:

“Belki de denge bu! Yani birisi çok sevmeyeceksin veya en çok sen sevmeyeceksin. Çünkü karşındakinin sevgisinden eksiltecek bu durum. Bir süre sonra daha az sevildiğini sanıp öyle düşüneceksin. Senin yanılgın bu! ‘En çok ben sevdim.’ dediğin anda dur, yoksa kaybedeceksin. Yani ‘en çok’ diye başlayan cümleleri kendinde toplamayı bırakacaksın! Bırakacaksın ki denge sağlansın.”

İşte! O, tam bunları konuşurken ben yine kendimi onda kaybetmiş gidiyordum. Öyle ciddi anlatıyordu ki uzaktan bizi görenler sanki devlet meseleleri konuşuyoruz sanırdı. Ondaki merak her daim vardı. Bir şeyi merak etmişse içinden heyecan taşar, gözlerinden ışıklar fışkırır o merakı gidermek için müthiş çaba sarf ederdi. Öyle ki ‘Aklıma takıldı da.’ diye başlayan gece yarısı telefonlarına ya da ‘Bu böyleymiş.’ diyen uzunca açıklamalı mesajlarına alışmıştım çoktan. Hatta beyin sisteminin işleyişini iletişim şeklinden çözmüş olabilirim.  Bu durum aklıma ilk Arşimet’i getirdi: “Evreka, evreka!” Hani bilimde, fende, edebiyatta, sanatta aranan bir gençlik vardı ya o Gizem’di ama kesinlikle ben değil! Bu arada gözlerini bana dikmiş bakıyor:

“Oğlum! Boşa mı konuşuyorum ben, beni dinlemiyor musun?” derken o, ağzımdan istemsizce tekrar ‘Evreka’ kelimesi çıkmasın mı?

“Neyi buldun?”

Ona hem yakalanmış hem de bu sorusu karşısında afallamış kalmıştım. Neyi mi buldum? Sende aradığım şeyi aslında sende değil bende olan şeyi. Yani seninle ilgili olan bir şeyi, bendeki seni, diyemezdim tabi. Bu tam bi aptallık olurdu.

“Neyi mi buldum?” Bana bakan gözlerinin kafatasımı delip zihnimi ele geçirmesini engellemek için hemen onun dikkatini başka yöne çekecek bir soru sordum:

“Bulmak nedir ki?             

“Aramaya son vermektir.” Gözleri ışıldamaya devam ediyordu. Gözlerine gülüşü de eşlik ediyor. Bu soruya bu kadar hızlı, net ve kısa cevap vereceğini düşünmediğimden hemen bir ivedilikle,

“Yani aradık, bulduk; bitti. Bu mu son? ” deyiverdim. Benim aksime gayet sakin ve dingin bir ifadeyle:

“Arayışa devam etmeyen biri için belki budur, son. Ama önemli olan aramaya yeniden başlamak.  Sürekli arayışta olmaktır. Yani amacımız yola çıkıp bir yere varmak değil, hep yolda olmak, olmalıdır.”

“Peki, bana şunu şöyle o zaman mutlak bir son yok mu? Bir yere varamayacaksak yolda vakit kaybetmenin bir anlamı yok. Söyle de biz ona göre aramaya başlayalım ya da aramaktan vazgeçelim.”

“Niyetin aramak değil de sonuca varmaksa elbet bir son var ama bu muğlak bir son. “

“İlginç.”

“Asıl Cervantes’ in dediği gibi, ‘ Yolun sonunda duran han değil hana giden yol ilginçtir.”

Münakaşamız bir süre böyle devam etti. Sonra yan yana oturup güneşe yüzümüzü dönerek etrafı kızıllaştıran gurubun tadını çıkarmaya başladık sessizce. Tabi ben dayanamadım yine:

 “Ne düşünüyorsun?”

“Sıfırı”

“Neden?”

“Durumuna üzülüyorum. Sıfır, yokluk ifade eden bir varlık.”

Bana hiç bakmadan söylemişti bunları. Gözleri uzaklara dalmış. Eminim bir sorgudaydı yine kendiyle, içinde.  Hiç karışmadım usulca gözlerimi kapadım.

“Bu arada sorumu cevaplamaktan kaçındığını fark etmedim sanma!” dirseğiyle dürtüp uyandırdı beni ve bana bakmıyordu hala. Bense, hayırdır bu mevzuyu kapatmıştık, der gibi baktım ona.  Bunun üzerine o bana dönerek başını hayır manasında sağa sola çevirdi. Şimdi gözlerimiz konuşuyordu:

“Çoktan bitti?”

“Şimdi, başladı.”

Bu içeriğe emoji ile tepki ver
16 kullanıcı tepki verdi
Bunlar da ilginizi çekebilir
Benzer yazıları okuyabilirsiniz.
 
Hikâyenin Başa Sarmasıdır
  • ARALIK 17, 2020
  • 837 görüntülenme
 
Gayya Kuyusunda Aşk
  • AĞUSTOS 23, 2020
  • 1209 görüntülenme
0 Yorum
Yorumları okuyabilir ve cevaplayabilirsiniz.

Yorum Yazın
E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlendi.