Sır Fotoğraf 2

Sır Fotoğraf 2

Saatler,  dakikalar Tayfun’a inat ağır ağır hareket ediyordu.  Bir hafta boyunca Ahmet amcasını düşünmüş; kâh kendine bu patavatsızlık için kızmış, kâh iyi niyetiyle gönlünü avutmuştu. Ne var ki, şu an ne halde olduğu konusu aklından hiç çıkmamıştı. Tabi, bir de şu meşhur hikâye, sır fotoğraf…  Niçin saklardı insan bir resmi ömrü boyunca?  Hem gözünden dâhi sakınırcasına…  Sevgilerin üç günlük, saygıların üç kuruşluk olduğu zamanda aklına ağır geliyordu bu hesaplaşma. “Kaldı mı canım böyle sevgiler artık? Filmlerde olur ancak böylesi!” diyordu, bu zamanın insanları. İşin doğrusu zaman zaman kendi de inanmıştı bu laflara. Belki kendisiyle hesaplaşması ağır geliyordur insana.

Bugün en nihayetinde Ahmet amcanın söylediği, çağırdığı güne gelmişlerdi. Tüm gece uyumamış Tayfun’un gözleri biraz şişmişti.  Öğlen ezanından yarım saat sonra tüm cesaretiyle dükkâna vardı.  Ahmet amcayla kapıda göz göze geldiler. Gözleri puslu gülümsedi, kapıyı açtı:

-Buyur evlât, hoş geldin.

-Ee hoş buldum Ahmet amca.

Her zamanki iskemlesine oturmadan iki kahve istedi çay ocağından, sonra odada derin bir sessizlik oldu. Tayfun dayanamayıp söze atıldı:

-Ben tekrar özür dilerim seni üzdüysem. Niyetim… Derken masanın iç kısmında eski fotoğrafın yanında kendi yaptırdığı renkli fotoğrafı gördü. Usulca Tayfun’un omuzlarına vurdu Ahmet amca gülümseyerek:

-Biliyorum evlât, niyetin hâlisti senin. Sağ olasın. Ne dersin, anlatmaya başlayayım mı?

Gözleri bir noktaya kilitlendi ve devam etti.

-Memur çocuğuydum ben. Ankara’ da otururduk çocukken. Karneyi alır almaz Mersin’e ninemin, dedemin yanına gelirdik annemle. Babam bizi bırakır, biraz kalır giderdi. Arada da hafta sonları gelebilirdi. Tüm yıl kalabalık şehirden bunalan ben, narenciye kokulu bahçelerde doyasıya arkadaşlarımla oynar, akşam eve girmek nedir bilmezdim. E haliyle anacığım benimle mi uğraşsın, kundakta kardeşimle mi? Babama şikâyet eder dururdu beni, “zapt edemiyorum bu oğlanı” diye.  O yıl ilkokulu bitirmiştim. Haylaz da olsam karnem iyiydi. Çalışkan çocuktum vesselâm. Babam bizi bırakmaya gelmişti yine. Memlekette üç beş arkadaşıyla oturuyordu kahvehânede. Allah rahmet eylesin Rasim ustam demiş ki, “Karnesi de pek güzelmiş bu delikanlının, aklı çalışıyor demek ki. Çırak olarak ver bana, bir iki yaz getir götür işlerini yapar, bakarsın bir zanaat öğrenir, kötü mü? Eline üç beş kuruş da harçlık veririm.” Babam bir iki ıh mıh etmiş. Annemle konuşurlarken duydum ben. Ver, dedi annem. En azından nerede olduğunu bilirim. Hem bir iş öğrenir, fena mı? Ertesi gün sabah erkenden kendimi fotoğrafçı dükkânında buldum. On iki yaşındaydım. Yapmam gereken ilk vazifeler mütemadiyen dükkânın önünü süpürmek ve çay ocağından çay istemekti, tabii kendime de kuşburnu ya da oralet. Başlangıçta zor gelen bu işler sonraları dükkâna giren çıkan insanlarla eğlenceye dönüştü. Yazın düğün mevsimi tabii.  Çoğunlukla her gün, bazen günde birkaç kez gelin, damat gelirdi. Bazen daha kalabalık gelirlerdi. Birbirine bilmem ne sebepten küsmüş gelin ve damatların fotoğraf çekilirken gülümseyip aralarda birbirine tavır almalarına kıs kıs güler, Rasim ustanın kaş göz işaretlerinden de biraz korkardım. Hele de daha kalabalık gelinmişse nelere şahit oldum nelere! Özellikle anneler kendi evlâtlarıyla fotoğraf çektirir, gelin ya da damadı kenara itiverirdi. Böyle böyle üç ay bazen su gibi, bazen çok yorucu geçti. İşin sonunda az miktar da olsa harçlık kazanmak hoşuma gitmişti. Bir sonraki sene babamdan ben istedim Rasim ustanın yanında çalışmayı. Sağ olsun, ustam da beğenmiş beni. Artık her sene yazın fotoğrafçıda çalışmaya başladım. Birkaç sene ayak işlerini yaptım. Liseye geçince çekimlere ufak tefek yardım etmeye başladım.

Yıllar böyle akıp geçti, liseyi de bitirdim. O yıl üniversite sınavına girdim. İçim kıpır kıpır derken istediğim puanı aldığımı öğrendim. Artık hukuk fakültesini okuyabilirdim. Dedem sonucumu öğrenince beni doğruca mağazaya götürdü. İspanyol paça pantolon, geniş yaka gömlek, rugan ayakkabılar… Grand tuvalet bir güzel giydirdi:

“Ee hukuk öğrencisi torunuma da bu yakışır,” diye diye tüm esnafı gezdirdi. Tabii tüm bu sevinçten sonra el mahkûm iş başına geçtim tekrar. O gün ustamın uzaktan akrabasının cenazesi vardı, evde çocuklar ekmek bekler tabi, dükkânı kapatmak istemedi:

-Oğlum sen bakıver, ben bir iki saate gelirim. Hem artık bayağı bir şey öğrendin. Vesikalığa geleni boş çevirme, başka işler için ustam birazdan gelecek de, he mi? dedi, gitti.

Bir iki işimi hallettim, müşteri beklemeye koyuldum. Nefes nefese kalmış bir genç kız girdi dükkâna:

“Vesikalık lazımdı da,” dedi.

“Buyurun lütfen,” dedim. Sesim titremişti sanıyorum. Genç kız fotoğraf stüdyosuna geçti. Hazır olunca birkaç poz çektim. İtiraf etmeliyim ki, bu işi bilerek uzun tuttum. Öylesine büyülenmiştim ki. Dünya gözüyle daha önce böyle bir güzellik görmemiştim. Hoş, hâlâ daha güzelini görmedim! Saçları kestane renginin en güzeli, gözleri denizlerin en mavisiydi.

“İki güne alabilirsiniz,” dedim. İçimde ne ateşler yandı, söndü bilemezsin.

“Peki,” deyip geldiği gibi hızlı adımlarla çıktı dükkândan.

Gönle ateş düştü bir kere evlÂt. Artık her yaz olur da tekrar gelir diye bekler oldum fotoğrafçı dükkânında. Geliyordu da. Bahaneyle ninesini, dedesini bile vesikalığa getirdiği olmuştu.  Onunla konuşurken sesimin titremesinden mütevellit ustam anlamış olacak bir geldiğinde babama anlatmış durumu. Burası küçük yer,  annem de araştırmış, soruşturmuş kızı. Benim haberim yok. Burada kasabada hemşireliğe başlamış. Ailesi tanınan, sevilen kişilermiş.

Bir gün, “Okulun bitiyor bu yaz, şu güzel kızı isteyiversek mi?” dedi anacığım. Derken baktık aileler tanıştı, nişanlar yapıldı. Düğün hazırlıkları bile başladı. Her şey öyle hızlı ve güzel geçiyordu ki o güne kadar. O gün, kasabaya giden otobüs kamyonla kafa kafaya çarpışıyor. İçinde ay yüzlü nişanlımla birlikte dört kişiyi kaybettik. Kabullenmem çok zor oldu. Diplomamı alıp burada kalmaya karar verdim.”Daha çok üzülürsün,” diyen de oldu, “Başka kız mı yok sana” diyen de. Hepsine güldüm geçtim. Daha çok üzüldüm, bildiler. Başka şehirde de olsam sonuç değişmezdi.

Birkaç yıla ustam çok rahatsızlandı. Hayırsızmış evlatları. “Sen de benim evladım oldun, hem işi de epeyce kavradın,” dedi. Bana emanet etti dükkânı. O gündür yüzlerce kişinin düğün fotoğrafını çektim Tayfun. Bir tek kendimin düğün resmi hiç olmadı. Bu işte ne kadar ustalaştımsa da çektiğim en güzel fotoğraf onun gülüşü oldu.

İşte böyle! Sen bu fotoğrafın renkli halini getirince bana tüm bunları tekrar yaşattın. Beni on sekiz yaşıma götürdün. Vesselâm…

Sustu Tayfun, böyle bir sevdanın ardına daha ne denirdi ki.

Bu içeriğe emoji ile tepki ver
0 kullanıcı tepki verdi
Bunlar da ilginizi çekebilir
Benzer yazıları okuyabilirsiniz.
 
Hikâyenin Başa Sarmasıdır
  • ARALIK 17, 2020
  • 832 görüntülenme
 
Gayya Kuyusunda Aşk
  • AĞUSTOS 23, 2020
  • 1205 görüntülenme
0 Yorum
Yorumları okuyabilir ve cevaplayabilirsiniz.

Yorum Yazın
E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlendi.