Günlük

Günlük

Yağmurlu bir gündü. İşten eve dönüyordu. Radyoda çalan şarkı eskilere götürdü. Hüzünlendi, muzipçe gülümsedi, gözünden yaşlar döküldü. Bir şarkının, kokunun, kaldırımın insan üzerindeki etkilerine şaşıyordu. Gülümsedi yüzündeki iki damlayı silerken.”Heyt be” dedi dolu dolu. Kırmızı ışıkta durdu. Dikiz aynasına gözü takıldı. Saçlarındaki beyazları seviyordu. Öyle ya, herkes kederden ağartmazdı saçları. O, çok mutlu oldu ve çok da mutsuz. Mutluluğun insanın içinden geldiğine inanıyordu.

Bitmek bilmeyen trafikten sonra nihayet eve vardı. Günlüğü esti aklına. Annesinin “hoş geldin oğlum” dediğini bile duymadan apar topar odasına çekildi. Dolabında kutunun içindeydi, çıkardı ve olduğu yere oturdu.

Günlük yazmaya nasıl başladığı geldi önce aklına. İlkokul üçüncü sınıfta Hayat Bilgisi dersine konu olmuştu. Bir gün öğretmeni “çocuklar mutlu olduğunuz zamanları tekrar tekrar yaşamak istemez miydiniz?” diye sormuştu tüm sınıfa. Hep bir ağızdan “evet” cevabıyla “günlük tutmak” tan bahsetmiş ve herkese bu konuyla ilgili ödev vermişti. Öncelikle onun için ayrı bir defter alınacaktı. Defterin süslü, pahalı olmasına gerek yoktu. Ki zaten o zamanlar istese de harçlığı buna yetmiyordu. Yalnızca günlük için kullanılacak boş bir deftere ihtiyacı vardı.

Okul çıkışı kırtasiyeci Ahmet Ağabeye gitti. Kapağında gökyüzü resimli olan iki ortalı bir defter beğendi ve satın aldı. Her çarşamba arkadaşları onların sokağında mahalle maçı yapardı. Çocuklar yine çağırdılar oyuna. Hafif kırgınlığı vardı gitmedi. Aklında öğretmeninin verdiği ödev vardı. Bir an önce kapağını çok sevdiği defteriyle kaynaşmalıydı.

-Ah, diye iç geçti Yusuf! Yirmi yıl öncesini bu kadar ayrıntıyla hatırlamak niye? Çok mu iyiydi bu ya çok mu kötü?-

Eve geldi, karnı acıkmıştı annesinden salçalı ekmek istedi. Ağzı yüzü salça ola ola defteri açtı. İlk kez kendi aklından yazacak olmanın kıpırtısı vardı içinde. Öğretmeni her şeyi yazın demişti. Anılar, hatıralar, en yakın arkadaşınız, oynadığınız oyunlar, hatırladığınız şeyler…

-Otuz yaşında Yusuf, on yaşındaki Yusuf’un kaleme aldığı ilk satırları okumaya başladı.-

“Sevgili Günlük

İç Anadolu’nun kendi yağında kavrulan bir ilinde; annem, babam, dedem ve ninemin yaşadığı iyi halli bir konakta doğmuşum ben. Dedem hukuktan anlar, arzuhalcilik yaparmış. Çevresi tarafından epeyce saygınlık görürmüş. Ne var ki “mum dibine ışık vermez” derler, bir tek oğluna söz geçirememiş. Babamın daha ilkokuldayken okumayacağı belliymiş. Ortaokulu da bitirince  “eh” demiş dedem, “madem okula yüzün yok, o halde seni fırına çırak vereyim de kızgın ateş belki aklını başına getirir”. Etraftan “ çok aksi” diye anılan ama pastası böreği pek güzel olan bir fırıncıya çırak olarak vermiş oğlunu. Babam orada da rahat durmamış. Yaş on beş, kanı deli akıyor tabii. Bir gün fırıncıya öğlen yemeğini kızı getirmiş. Annemin saçlar altın sarısı, gözler ela. Babamı görünce kızarıvermiş yanakları. Fırıncı dedem bir hinlik olacağını anlamış, kızarak yollamış annemi “söyle anana, bundan gayri yemekleri Halil’le göndersin” demiş. Babam görmüş bir kere sevdalanmış anneme. Dedem bin pişman fırıncıya çırak verdiğine, hissediyor babamdaki değişikliği. Ninem öğrenmiş babamdaki derdin sebebini, dedeme anlatmış bir bir. Eh ne yapalım artık olan olmuş bir kere. O zamanlar iki insanın içine sevda düştü mü, bekletilmez en kestirmeden kız istenirmiş. Ne çekmişler annemi isterken. Fırıncı dedem Nuh diyor, Peygamber demiyormuş. Babamın elinde doğru düzgün iş yok diye vermek istemiyormuş. Üç ay, beş derken bir senede altı kez istemişler annemi, dedem vermemiş. En son babam çıkmış fırıncı dedemin karşısına “Rüstem usta, büyüğümsün, gel etme eyleme ver kızını” demiş. Dedem yine hoyratlaşmış “vermiyorum” deyince kafası atmış babamın. “İster rıza göster, ister gösterme; vermezsen kaçırırım, bunu da böyle bil,” demiş. Korkmuş fırıncı dedem, bu deli oğlan kızımı kaçıracak diye. Araya hatırı sayılır üç beş büyük de girince el mahkûm en azından telli duvaklı gelin olsun deyin vermiş kızını. Üç gün, üç gece yemekler verilmiş, davullu zurnalı düğün olmuş. Babam, annem, dedem ve ninem bir yuvada geçinip gitmişler derken bir seneye kalmaz evlerine ben de eklenmişim. Babam beni kucağına alınca biraz daha akıllanmış. Arabalara olan sevgisiyle ehliyetini almış. Dedem “en azından bir baltaya sap olur” diye düşünüp kamyonet alınca babam nakliyeciliğe başlamış. Zamanla İstanbul’dan toptan mal alıp burada satmaya başlamış. İyi de kazanmış ama zormuş şoförlük. Gecesi, gündüzü, sıcağı, soğuğu…

Bu geçmişi dedemden defalarca dinledim. Hepsinde “ah benim aslan yürekli, hayta oğlum” deyip kırışmış gözlerindeki yaşı silerdi. Yaşadığım anları zihnime kazımayı öğrenmemiştim henüz.

Biraz da o zamanlar yaşadığımız evden bahsedeyim hatırladığım kadarıyla. Evimizin bahçesi vardı büyükçe. En ucuna gitmeye korkardım. Öyle büyük gelirdi bana. Belki de ben küçüktüm. Tren yolu vardı az ileride. Annem her gün sıkı sıkı tembihlerdi tren yoluna gitmemem için. Kar yağınca dışarıya da salmazdı beni. Pencerede sabırla trenin geçmesini bekler, çuf çuf sesini duyunca neşeyle geçenlere el sallardım. Bazen bir yaşlı teyze bazen benim yaşlarımda bir çocuk gülümseyerek el sallardı bana. Nasıl mutlu olurdum. Tren geçince dirseğimi pencerenin pervazına koyup elimi çenemin altına düşünürdüm. “Acaba bu insanlar nereye gidiyor? Bunca yükü bu raylar nasıl taşıyor? Amcalar bu treni nasıl yapmış?”

-Güldü Yusuf. Belki de bunlara olan merakı onu makine mühendisi yapmıştı. Şimdilerde bu soruların cevabını bildiğini düşünerek o küçük Yusuf’un yanına gidip başını okşayıp anlaşılır dille bunları anlatmayı istedi. “Gözleri kocaman olur dinlerdi eminim” dedi, bir kez daha güldü.-

“Bir sürü meyve ağacımız vardı bahçemizde. Elma, kiraz, vişne, ceviz, erik… Hayal meyal hatırlıyorum babamla dedemin fidanları dikişini. Annem de arkalarından sulamıştı. Sabırsızlıkla dedeme “ne zaman yiyeceğiz meyvelerini” demiştim. “Sabret evlat” dedi dedem.

Buralarda özellikle ilkbaharları çok yağmur yağardı. Konu komşu kap kacak kordu bahçesine. Bu yağmur suyunun şifa olduğuna inanırlardı. Biz çocuklar için yağmurda ıslanmak ve çamurla oynamak demekti bu. Akşam annemden yiyeceğimi bildiğim terliği hesaba katmazsak epey eğlenceliydi.

Ben altı yaşlarındayken arkadaşlarla mahalledeki diğer bahçelerden meyve kaçırmaya başladık. Mahalleli pek bir şey demezdi bu duruma. Bir tek Celal Amca bizi gördü mü bastonunu bize uzatıp var gücüyle söylene söylene bize doğru yürürdü.

-Yusuf sayfaları atlayarak okumaya devam etti. Derken elleri titredi.-

Bir gün akşamdan kar yağmış. Annem bahçeye bile çıkmama izin vermedi. Öyle soğuk ayaz var dışarıda. Nereden bilebilirdim ki bu ayazın hayatımı değiştireceğini. Babam yine İstanbul yolunda ama bu sefer farklı. Oyuncak tren istemiştim ondan. Öyle dört gözle bekliyorum. Ninem pencere kenarında elinde tespih dua ediyor. Derken kapımız sertçe çalındı. Gelen kişi hararetle bir şeyler anlattı dedeme. “Buz” dedi, “kamyonet” dedi. Dedem bu gelen kişiyle çıktı dışarı. Ninem dizlerini dövmeye başladı. Annem sıkıca sarıldı bana, ağladı. Altı yaşımdaydım o gün. Ertesi gün ve sonraki bir hafta evimiz doldu taştı. Ağlaşan kadınlar gördüm, birileri beni işaret ediyordu üzgün gözlerle, başımı okşuyorlardı. Ben anneme sokulup “babam nerede kaldı, tren getirecekti bana,” diyecek oluyorum, annem bağrına basıyordu beni.

Babamın gelmeyişinin üzerinden çok geçmemişti dedem rahatsızlandı. Nenemle annemin sofada, mutfakta fısır fısır “dayanamadı bu acıya”, “o da giderse biz ne yaparız” deyişlerini duyuyordum. Dedem artık adliye önüne gitmiyordu, belki de gidemiyordu. Ninem onun için bir döşek hazırlamıştı. Çoğu zaman orada uzanıyor, elinde kitap uzaklara dalıyordu. Yanına oturunca ya bana kitap okur ya da babamdan bahsederdi. Çok özlemiştim. ”Bu sefer yolculuğu ne kadar uzun sürdü” diye düşünüyordum.

Okula başlamama az kalmıştı. İçim kıpır kıpırdı ama evdeki kasveti hissediyordum. Bir gün aile dostumuz Doktor Rıza Amca bize geldi. Ninem, dedemin başında hem ağlıyor, hem Kur’an okuyordu. Annem bir o yana bir bu yana çırpınıyordu, hatırlıyorum. Derken dedem de bize veda etti. Babamın neden gelmediğini annemle, ninemin gözlerindeki aynı çaresizlikten anladım. Ölümle ilk o zaman yüzleştim. Yedi yaşında.

Yusuf’un boğazı düğüm düğüm oldu, kapattı günlüğünü. En sevdiği iki insanın gidip bir daha hiç gelmemesini yedi yaşındaki minik yüreği nasıl kaldırmıştı? Gözleri dolu zorluklarla geçen yirmi üç yılı düşündü. Nice dertler vardı şu dünya yüzünde lakin herkesin derdi kendine ağır geliyordu.

Bu içeriğe emoji ile tepki ver
0 kullanıcı tepki verdi
Bunlar da ilginizi çekebilir
Benzer yazıları okuyabilirsiniz.
 
Hikâyenin Başa Sarmasıdır
  • ARALIK 17, 2020
  • 1255 görüntülenme
 
Gayya Kuyusunda Aşk
  • AĞUSTOS 23, 2020
  • 1486 görüntülenme
0 Yorum
Yorumları okuyabilir ve cevaplayabilirsiniz.

Yorum Yazın
E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlendi.