Gayya Kuyusunda Aşk
- AĞUSTOS 23, 2020
- 0
- 31

“Aslında her aşk bir Gayya Kuyusu barındırır içinde. Kuyunun içine hapsolmak kötü(!) olmasa da çok sevmek bazen kötü olabiliyor. Çok sevince kuyuya yeniden düşüyor insan ve her defasında yeniden aldatılıyor, bile isteye… Sevgi bir inanç meselesiydi ne de olsa ve inancın olduğu yerde bir katre hüzün vardır, neşe değil…”
Yıl 1984. Aylardan ekim. Uyanalı daha çok olmamıştı. Hazırlanmaya başladı. 11.45 otobüsüne yetişmesi gerekiyordu Ulaç’ın. Ankara’dan kalkacak olan Erzurum otobüsüne binecekti. Yolu uzundu ancak pek de bir önemi yoktu onun için çünkü sevdiğine kavuşmak vardı sonunda. Son hazırlıklarını da bitirdikten sonra otogarın yolunu tutmaya başladı. Oraya vardığı zaman bineceği aracı bulmuştu ama bir türlü oturacağı koltuğu bulamamıştı tıpkı kendi evini, yani kendisiyle ve dünyayla uyum içinde yaşayacağı yeri bulamadığı gibi… Sonunda yerini buldu ve onu Erzurum’a ulaştıracak olan dört tekerlekli ağır ağır hareket etmeye başladı. Ayazını çok sevdiği Ankara artık bir kum tanesi gibi ufacık görünüyordu geriye dönüp baktığında. Ankara’yı bir an önce terk etmesi gerekiyordu çünkü bu şehir buruşturulup çöp kutusuna atılmış bir kâğıt gibi atmıştı Ulaç’ı. Oruç Aruoba’nın bir sözü yankılanmaya başladı zihninde: “Bir yeri gerçekten ve toptan terk etmeyen, yeni bir yola çıkamaz. Tanrı Lut’a boşuna dememişti ya geriye bakmayacaksın diye…” Yollar uzayıp giderken Ulaç’ın gönül yolculuğu da uzayıp gidiyordu. Taşındığı her yerde çiçek açan bir insandı Ulaç ancak uzun zaman önce çiçekleri açmaz olmuştu. Yeniden yeşerebileceği ya da en azından yeşerebilme umuduyla çıkmıştı Erzurum yoluna…
Buğlem… Arapçada cenneti müjdeleyen melek… Ulaç’ın Buğlem’i. Ona kavuşmak uğruna çekiyordu onca yolu. Sevda bir kitapsa, Buğlem orada büyük harflerle yazılmış bir başlıktı! Ulaç o kitabı bir solukta ama tekrar tekrar okuyan bir okuyucuydu. Otobüs Erzurum’a varmıştı. Ulaç derin derin solumaya başladı bu şehrin havasını çünkü Buğlem’in kokusu vardı her yerde. Ona kavuşmak için can atıyordu. Bir an önce taksiye atlayıp onun yanına varmak istiyordu. Bindi bir taksiye ve ona doğru yola koyuldu. Çok az bir zaman kalmıştı ona kavuşmak için. Buğlem de onu bekliyordu her zaman buluştukları o yerde. Yollar sanki uzadıkça uzuyordu Ulaç için. Ankara’dan Erzurum’a gelmişti onca sürede ancak burada pek sabrı kalmamıştı Ulaç’ın. Taksiciye yalvaran gözlerle bakıyordu daha hızlı olması için ancak taksici de inadına yavaş sürüyordu sanki bir şeyleri hissetmiş gibi. Sonunda varmıştı o yere. Buğlem’i aradı gözleri ve sonunda çiçekten tanıdı onu. Her buluşmada olduğu gibi Buğlem yine arkası dönük bir şekilde çiçekle bekliyordu Ulaç’ı. Sevdaları her şeyde olduğu gibi bu konuda da özgündü onların. Buğlem çiçek alıyordu hep sevdiğine. Erkeklerin çiçek alması gerekir diye düşünen bütün o insanlara inat Buğlem alıyordu hep çiçekleri. Ulaç’ın adımları hızlanmaya başlamıştı. Onu görebilmek için adeta ayaklarının üzerinde uçuyor gibiydi Ulaç. Artık çok yaklaşmıştı… Aylardır özlemini çektiği Buğlem’i oradaydı işte. Ona sarılmak, onu delicesine öpmek için can atıyordu. Sevda denilen o beş harfli tılsımlı kelime deliliği içinde barındırıyordu şüphesiz. Fakat… Sevdası için yollara düşen ve onca yolu bir çift ela göz uğruna çeken Ulaç’ın Buğlem’i çok cansız duruyordu. İyice yanına sokuldu. Bacakları o kadar çok şiddetli titriyordu ki tek bir adım atacak hali dahi kalmamıştı.
Buğlem’in bu soğukta onu kaç saattir beklediğini hesaplamaya çalıştı bir an. Raynaud hastalığı vardı Buğlem’in ve uzun süre soğukta kalırsa neler olacağını ikisi de çok iyi biliyordu. Yoksa korktuğu şey mi olmuştu? İki âşık birbirlerini bekleyememişler miydi? Evet… Bekleyememişlerdi. Buğlem Erzurum soğuğuna dayanamamıştı. Sevda denilen o 5 harfli tılsımlı kelime delilik haricinde hüznü de barındırıyordu şüphesiz… Yârini beklerken donarak can vermişti Buğlem… Sahip olduğu bu hastalık sonunda Buğlem’in sonunu hazırlamıştı. Son kez el ele tutuştular o yerde. Ölüme nispet edercesine yine beraber oldular boynu bükük çiçeklerin arasında… Hani Buğlem cenneti müjdeleyen melekti? Bu muydu müjde? Bu muydu onca çekilen çile? Ulaç’ın bütün bu sitem dolu sözleri ona dokunamadığı içindi vesselam. Onu kollarına alıp sarılabilseydi, bunca sitem boğazında da düğümlenebilirdi… Ağlayamıyordu Ulaç. Gözyaşları sanki Erzurum soğuğuna inat direniyordu ve gözlerinde donup kalmıştı.
Şimdi ne yapacaktı Ulaç? Yoksa o da mı isminin anlamına yenik düşecekti? Cennette mi ölümsüzlüğe kavuşacaktı yoksa? Yoksa… Tarihlerden 1984, aylardan ekim… Geniş zamanlara sarkacaktı şimdi Ulaç’ın yalnızlığı… Ulaşması gereken yere ulaşmıştı Ulaç ancak sonucunu hiç böyle tahmin etmemişti. Sonunda da anlaması gereken şeyi anlamıştı: “İnsan ne kadar yürürse yürüsün, nereye varırsa varsın sonuç olarak ulaşacağı tek yer Gayya Kuyusudur…”