Dönmesem, Kalsam Anılarda
- OCAK 30, 2020
- 0
- 6
Apartmanın giriş katında, gelen misafirlerin ilk karşılaştığı dairelerden birinde oturuyordu. Hafifçe kirlenmiş, yıpranmış ayakkabıları kapı önündeki küçük paspasın yanında bekliyordu. Bundan iki ay önce kirayı tek başına ödeyemeyeceğini bildiğinden bir süre ilanları yoklamıştı. İçlerinde kendine en yakın bulduğu yer bu evdi. Hem bütçesini de sarsmayacağa benziyordu. Ev arkadaşları da iyi, hoş insanlardı. Onun hakkında şöyle der dururlardı: “Sen kapıdan girdiğinde evin bir ruhu olduğunu, duvarların betondan, yerlerin taştan ibaret olmadığını hatırlatıyorsun, dostum.” Tuhaflıklarıyla seviliyor, özleniyordu. Biliniyor ki yaşamın hengâmesi içinde herkes biraz gariptir. O ise diğerlerinden bir doz daha garip görünür, kalender meşrep tavrıyla eskileri çağrıştırır zihinlere. Hem her yaşamın bir öyküye dönüşüp sonsuzluğa uzanabilecek kadar değerli olduğunu bilir o ve kendi hikâyesiyle savaşmaktan olabildiğince kaçınır.
Sabahın erken saatlerinde güne gözlerini açıp seyyar tezgâhını apartman girişine çıkarır. Noksan kitapları tamamlar, elindekileri de alımlı görünecekleri şekilde yerleştirir. Tezgâha ve üzerindeki kitaplara bakanların içi açılsın, keyifleri birden yerine gelsin ister. Bu yüzden de dünyanın en mühim işini yaparcasına özenir. Sabahın seherinden akşamın ayazına kadar insanların arasındadır. Okula koşan çocukların, işe giden anne babaların, manavdan gelen komşu teyzelerin yanından geçer gider. Bazen de o bekler diğerleri onun yanından geçer gider. Neticede bu böyledir: Her zaman birileri, başka birilerinin yanından geçer gider, izler bırakarak.
İşler sürekli iyi gitmez. Kesat saatlerde açar rastgele bir kitabın rastgele bir sayfasını ve orta yerinden okumaya başlar. Şu dakikalarda yapacağı şey mâlumdu. Açıp okumaya başladığında ilk satıra şu cümleler denk düşüyordu : “Yaşanmış zamanların kapısı bir serap gibi açılıverse hangi âna olurdu özlem dolu yolculuğun?” Bir an duraksadı. Ne demeye merak edilir ki! “Olmayacak şey için lüzumu da yok aslında yanıtlamanın” diye geçiştirmek istedi başta. Kendine cevap vermekten çekindi çünkü hüzne ramak kaldığını seziyordu. Yine de dayanamadı itiraf etti: Anneme açılan kapıya koşardım tabii.
Hüznün yorgunluğu bastırmıştı. Gelen, giden yoktu. Bugünlük bu kadarının yeteceğini düşünerek apartmana sürdü seyyar tezgâhını. Zihnini susturacak, bastırdığı gözyaşlarına deva olacak ilaca sarıldı: Uyku. Yatağına uzanıp sardı sarmaladı kendini. Yatak sertti fakat uyku sıcak uyku huzur…
Uyandı. Yakınlardan tıkır tıkır sesler geldiğini işitti. Gündüzlere âşık bu güvercin, aç karnını doyurmaya mutfağa geçti. Tüylerini diken diken eden o manzara karşısında dün akşamdan beri tuttuğu gözyaşlarını nihayet akıtıverdi. Karşısında duruyordu; hardal sarısı yeleği üzerindeydi ki bu aylarda en çok onu giyinmeyi severdi. Yürüdü. Yılların acısını bir anda bütünüyle çıkarmak istedi. Titreyen kollarını annesine doladı sımsıkı. Bir daha asla bırakmayacakmışçasına. Dakikalarca öyle kaldılar. Sekiz senenin acısı kolay çıkmazdı. Çocukluğundan esintiler getiren saçlarının kokusunu çekti ciğerlerine. Ancak “Nerede kaldın?” diyebildi titreyen sesiyle.
Rahatlamıştı. Onu her hâliyle bilen, anlayan yakınındaydı artık. Varsın başka dostu kalmasındı. Çaresizliğine sığınak olan dizleriyle, korkularına güven veren ses tonuyla, pişmanlıklarına çare olan sarılmalarıyla, eksikliklerini bir bir diken elleriyle, durup en ince şeyleri anlayan yüreğiyle yanındaydı şimdi. Annesi ışıldayan gözleriyle gülümsedi. Şu kısacık zamanda yüreğine kucak kucak güven doldurulmuştu sanki. Derinden bir nefes aldı verdiğinde yeniden uyanmıştı. Sabahtı. Uzandığı yataktan doğrulup etrafına bakındı. İhtimâller hatırına mutfağa koştu. Çıt yoktu, annesi hiç yoktu. Ellerini yüzüne götürdüğünde gözleri nemli nemliydi. Gerçek… Bu rüyadan bana kalan tek gerçek bu işte, bir çift gözyaşı.
“Altı üstü rastgele seçtiğim şu kitabın zihnime ettiğini görüyor musun!” diye içlendi başta; mutluluğunun kısa sürüşüne alınganlık ederek. Sonra düşündü ve şöyle dedi: “Aslında dakikalar önce annemi yaşattı. Aslında dakikalar önce bana en sevdiğim rüyamı verdi, en sevdiğim…”
Bugünkü; garipliğe karşı duyduğu memnuniyeti, sevgiyle dolu oluşunu, lükssüzlüğü hep yaşadıkları öğretmişti. En çok da annesinin varlığı ve yokluğu. Başına ne gelirse gelsin hayatta yaşamaya değer bir şeylerin olduğuna, ertesi sabaha uyanabilmenin en büyük mucizeye işaret edişinin gizemine inanıyordu. Annesi de öyle inanırdı. Nihayetinde ağaca çıkan keçinin dala bakan oğlağı olurmuş. Yaşarken ne çok söylerdi bunu. Hayattayken vefatına yakın- bir şey daha öğretmişti oğluna, aklına kazınanlardandı bu.
“İnsanlar yalnızca gözüne sokulan tesadüfler karşısında şaşırabiliyor, sevinebiliyor. Misal, sabahleyin saniyelerle kaçırdığı otobüse kahreden biri akşamleyin aynı otobüsün alev aldığı haberini televizyondan alıyor. Afallıyor, meğer ölüm teğet geçmiş diyor. Bir iki hafta geçtikten sonra yeni güne uyandığında yaşam hakkı bahşedilen ince bir varlık olduğunu çoktan unutmuş oluyor. Sen yaşama heyecanını daima koruyabil meleğim. Bıraktığın izlerin güzel olması için dua edecek annen. Uçuşan kırgın kelebekler oğlumu gördüğünde “Bazen incinsem de güzel bir ömür sürdüm” diyebilsin diye dua edecek sana.”