Dekadans

Dekadans

Öğlen arası açlığımı bastıracak ucuz bir şeyler yemek için çıkıp, her zamanki dürümcüden ekmek arası ne idüğü belirsiz yaptırdıktan sonra, mideye indirmek üzere az ilerideki parkta bir banka yerleştim. Kalabalık ailelerde büyüyen her insan gibi, alelacele azığımı tükettim. Yemek yemenin en keyifli anında; memleket tütününden imâl, ithal sigarayla ciğerlerime bayram neşesi yaşatırken, O’nu gördüm. Hemen çaprazımda bulunan bankta oturuyordu. Gözlerini önüne, yere serili kâğıt parçalarına dikmişti. Ruhunu kaybetmiş beden gibiydi ya da ruh bulmuş bir heykel… Dokunsan ağlayacak derler ya hani, hah işte öyle bir hâli vardı. Birçoğumuzun en iyi bildiği şey…

Kendimce tahmin yürüttüm; sırılsıklam âşık olduğu güzel, alımlı ve bir o kadar da zalim kızdan, içerisinde, “hayatımda biri var, benden sana yar olmaz” türünden acımasız ifadelerin olduğu bir mektup aldığını ve “ben sensiz ne yaparım, nasıl yaşarım” diye çaresiz sözler ederken mektubu parçaladığını ve hüngür hüngür ağlamış olduğunu düşündüm. Sonra, “bu ne saçmalık oğlum, kendine gel! Mektup mu kaldı. Kısa mesaj devrindeyiz, minör aşklar çağında…” diye kendi kendime söylendim.

–sigaranın hiç suçu yok- Meraktan ciğerimin yandığını hissediyordum. Bir şekilde konuşmam gerekiyordu. Ama tanımadığım biriydi ve hiç de keyifli görünmüyordu. Oturduğum banktan ağır çekim –bazıları, slow motion diyor- kalkıp, avına odaklanmış deneyimli bir kaplan gibi dikkatli, ölü numarası yapan fare gibi kurnazca O’na doğru sokuldum. Tam “şöyle otura…” diyordum ki, “otur abi, otur. Merak ettin değil mi?” diye sordu. Şaşırmıştım; bu kadar kolay oluşu garibime gelmişti. Zira insanlar olarak, artan bir hızla birbirimizden uzaklaşmaya, araya mesafeler koymaya, ciddiyet adına samimiyetsiz diyaloglar kurmaya alışmışız. Hepimiz alnımızın orta yerinde düşman devletler ciddiyetiyle yaşıyoruz.  Üstünlük kurma eğilimiyle nasıl yürüyeceğini, nasıl oturacağını şaşıran öz güvensiz siyasiler gibi olduk. Samimiyet hak getire, sevmek ne mümkün…

Gözlerini yerdeki kâğıt parçalarından ayırmadan konuşmaya devam etti; “Sen şimdi, bir ayrılık hikâyesi sanmışsındır, bunları da mektup…” demesiyle, yaramazlık yaparken yakalanmış bir çocuk telaşıyla, “ne alakası var! düşünmedim,” dedim ve Tanrı şahit, hiç utanmadım. Sanırım, gerçek duyguları saklama konusunda günden güne ustalaşıyoruz… İğreti bir tebessüm attıktan sonra, derin bir iç çekerek devam etti; “Bunlar, on altı yıllık emeğimin parçalarıdır. Hayallerin yıkılışı, umudun tükenişi, dibe vuruşun resmi belgesi; diplomamdır!” İşte bu anda utanmıştım; kulaklarım kızarmış, soğuk soğuk terlemiştim. Alacağım cevabı bildiğim hâlde, titrek bir sesle, “neden?” diye sordum. Cevabı kısa ve net olmuştu; “bir halta yaramadı…” Yorgunluğun, yılgınlığın ve çaresizliğin dibindeydi. Yaşamın herhangi bir evresinde birçoğumuzun mutlaka yaşadığı dibe vurmuşluk…

Moralini yükseltmek, umudunu diriltmek adına bir şeyler söylemeliydim. İnandığım şeyler olmasına da gerek yoktu. İnandırıcı olmam yeterliydi. Aklıma Nietzsche geldi. Yüksek bir özgüvenle, “ Niçe, der ki” diye söze başlamıştım ki, “Abi, hiç Felsefe yapacak hâlde değilim,” diye araya girdi. Bilgece, tam da o durumda olduğunu söyledim ve devam ettim; “Sen şimdi, her şeyin sonu diye düşünüyorsun. Ancak en iyi sıçrama, en iyi gerilmeyle mümkündür. En yükseğe sıçramak için en dibe vurmak gerekir. Yine Paulo Coelho diyor ki” diye devam edecekken, “O kim abi?” diye sormaz mı! “O bir simyacı, kelimeleri altına çeviriyor,” diye cevap verdim hiç aklımda yokken. Hiçbir şey anlamamış, garip bir ifadeyle yüzüme bakıyor, belki de ne tür bir manyağa çattığını düşünüyordu. “Eeee abi, ne diyor bu mücevherci?” dediğinde, bana nazire mi yapıyor, yoksa adamı gerçekten altın avcısı mı sandı tereddüt etmiştim. Yine de, “ Ok, ancak geri çekerek atılır. Hayat seni zorluklarla geri çekiyorsa, daha büyük bir şeye fırlatacağı içindir. Nişan almaya devam et diyor,” diye açıkladım. İlk baştaki melankolik hava biraz olsun dağılmıştı. Başardığımı düşünüyor ve karşısındaki kitleyi attığı nutukla büyülemiş siyasetçi mağrurluğu yaşıyordum. O anda, “sarraftan çok şövalye gibi konuşmuş.” diye mırıldandı.

Gözlerim parçalanmış kâğıtların içinde büyük harfli ‘FELSEFE’ yazısına takıldı. Anlamıştım… Söyleyecek bir şey yoktu. Maaşlı köleliğimin vakti de gelmişti. Giderken son fiyakalı kelamımı kılıç gibi çektim kınından, “diploma sana hak vermez, sen diplomanın hakkını vermezsen…”

Bu içeriğe emoji ile tepki ver
1 kullanıcı tepki verdi
Bunlar da ilginizi çekebilir
Benzer yazıları okuyabilirsiniz.
 
Hikâyenin Başa Sarmasıdır
  • ARALIK 17, 2020
  • 1053 görüntülenme
 
Gayya Kuyusunda Aşk
  • AĞUSTOS 23, 2020
  • 1368 görüntülenme
2 Yorum
Yorumları okuyabilir ve cevaplayabilirsiniz.
Yns
5 sene önce

Tebrikler Soner reis ağzına sağlık

    Soner
    5 sene önce

    Canımsın.

Yorum Yazın
E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlendi.