Bâki Kalan

Kübra KAYAN
Bâki Kalan

Tepesine ucu püsküllü, gösterişsiz, karalı aklı bir takke kondurmuş. Kısılmış çakır gözleri. Çok da uzun olmayan sakalında kara tel kalmamış Dondurmacı Ramazan Amcanın. Mevsimlerden yaz. Yaz olsa da ihtiyar adamlar daima üşür, yaz kış kazakla dolaşırlar. Üzerine de paspal bir hırka atarlar elbet. Yalnız onun derdi sırf omuzlarına düşen kış değildir. Omuzlarının payına düşen, daha ağırdır en ağırdır. Eski topraktır Ramazan Amca. Nedir eski toprak diye sorulduğunda “Namusun toprağa düşmesinden evvel cemre düşecek diye beklenirdi, havada kaldı insan ümitleri.” diye anlatır. “O zamandan bu zamana cemreden gayrı neler düştü neler.” Zamanla herkes alışmış. Devir iyi mi kötü mü demeden ayak uydurmanın kolaylığına kaçmış kimileri. Geriye de Dondurmacı Ramazan Amcayla beraber bir avuç insan kalmış.
Ayağında yarım çarıkları, gövdesinde kat kat dolanmış önlüğüyle en çok da miniklerin dört gözle beklediğiydi Ramazan Amca. Omuzlarına yasladığı tahtanın sağ kefesini külâhlarla, sol kefesini kaymak dondurmayla doldurup geziyor sokak sokak. Bağırmıyor hiç “kaymak dondurma, kaymak dondurma” diye. Geldim haberiniz var mı diye imâlamıyor. Sokağın işini en iyi yapan dondurmacısı odur ve işini hakkıyla yapanları bekletmez bu sokağın dürüst çocukları. Hiçbir çocuk ondan dondurma almaya çekinmez. O güler yüzüyle ve mahcup etmekten kaçınan tavırlarıyla güven dağıtır. İnsanların türlü türlü oluşundan sebeptir ki yan mahallenin kaymakçısı hiç de öyle değildir. Gün oluyor içinden taş çıkmış, gün oluyor diş çıkmış diye konuşuluyor dondurması için. “Eee kapağı bilem yok yarın öbür gün ben de çıkarım o tastan.” deyip gülüşüyorlar yan mahallenin çocukları. “İki kuruşumuz eksik çıkınca yanından kovuyor.” diye şikâyetçi oluyorlar annelerine.
Güneşin asırlık kayaları erittiği bir günde eşya yüklü kamyonla küçük bir aile geldi mahalleye. İki adamla koca koca dolapları, kırılgan vitrinleri taşımaya zorladılar. Ramazan Amcanın içine sinmedi böylesi. İhtiyardı, hafif beli bükülmüştü ama karınca kararınca yardımı dokunsun istedi. Kefeli tahtasını omzundan indirip köşeye yerleştirdi. Gitti selam verip hâllerini sordu. Güneş böylesine kaynarken yapılabilecek en iyi işi yapıp kaymak dondurma ikram etti yeni komşularına.
Birazdan bir işin ucundan tutayım diye düşünerek büyükçe halıyı kaldırmaya yeltenecekti ki mahallenin yoldan geçen bıyığı yeni terlemiş gençleri yardıma koştu. Birlikten kuvvet doğurdular. Hem onlar buradayken Ramazan Amcayı zorlatmak ve yüreği delik komşularını yalnız koymak olur muydu hiç?
Yeni yetmelere saymak, bunlar adam olursa, katırlar da adam olur demek kolaya kaçmaktan başka şey değildir onun gözünde. Asır değişti çok şeyler başkalaştı ama bunun günahı on küsür sene evvel doğmuş sabilere, delikanlılara kalmamalı. Hem bu küçük adamlar, bu asırdan memnun mu soran olmamıştır. Ayıbı gençlerde bulup günah mı çıkartırlar?
Gel zaman git zaman mahallede kıpırdanışlar başladı. Mektep çıkışlarında gençler hiç hayra alamet görülmeyen işlerin peşine düştü. Bir işler döndüğü belliydi, fakat bu o kadar sinsi ve hızlı yapılıyordu ki faillerin en yakınındakiler dahi epey bir süre sonra anladılar ne olduğunu. Meğer mahallede elden elecilik baş göstermiş, torba torba ölüm satılır olmuş. Bu durum ilk bakışta uyuyor sanılan gençler, sızdıkları yerden kıpırdayamayınca açığa çıktı. Günden güne eriyip soldular. Henüz aklı selim kafayla iradesini kullanamayan bu gençlerin yitirdiği nice nice güzellik vardı.
Analar, babalar, mahallenin tüccarı, esnafı, seyyarı hâle yarar bir çözüm bulmanın yolunu düşündüler. Fakat hepsi gençlere geç kalmanın verdiği hüzünle defalarca kahrolmuşlardı. Birkaç gün sonra Ramazan Amca balçığa batmamış gençleri çağırdı. Aralarında yüksek mektepli Mehmet ve hemşirelik okulunda okuyan Leylâ ile beraber bir grup genç vardı. Mehmet’in bu görevi insanî duygularla, en derinden gelen bir niyetle yapacağından şüphe yoktu. Bununla beraber mektebi bitirmek için hazırlayacağı tezin konusunu kaderin ayağına kadar getirmiş olduğunun idrâkindeydi. Ara sıra böylesi ciddi olaydan çıkardığı pay için kendini bencil buluyordu; fakat o kafasına koymuştu. Aklının ona oynadığı oyunu lehine çevirmesinin çok iyi bilen Mehmet, mektebi bitirir bitirmez bu konu hakkında kaydettiği tüm gelişmeleri, hastanedeki gençlerin vaziyetlerinin nasıl iyiye gittiğini tüm mahalleye bildirecekti tezinden seçtiği yazılarla. Hatta belki ileri zamanlarda gazetelerde geçerdi mahallenin adı. “Behçet Mahallesinde bağımlı gençlerin imdâdına yine aynı mahallenin gençleri koştu.” Odaklanışı düşlerle sağlardı Mehmet. Düşünü bile gördüysem vukû bulmasına ramak kalmış demektir diye düşünürdü. Öyle ki bu düşünüşü yaşam kâidesi bilmişti.
Leylâ ise gayet tasarruflu bir insan olarak bilinirdi. Onun için insan hayatı önemliydi. Hemşirelik okuluna başlayalı buna olan inancı daha da artmıştı. Bu denli önemli bir bölgeye, olur olmaz kişiler dâhil edilemezdi. Hele de o kâbul vermeden çat kapı edenler vardı ya tahammülden imtihan verirdi böylelerine. Ham iken paradan, piştiğinde zamandan, yandığındaysa insandan tasarruf etmeyi öğrendi. Onun bir avuç insanı ömrüne karar geliyordu çünkü.
Ramazan Amca, itibar uğruna kendinden ödün vermeyi göze alan kimselerden değildi. Atalardan gelen “İnsan kıyafetiyle karşılanır, fikirleriyle uğurlanır.” sözünün ete kemiğe bürünmüş hâliydi adeta. Bir araya getirdiği Leylâlar, Mehmetler, Hakanlar için o kefelere doldurduğu kaymak dondurmasıyla sokak sokak dolaşan ihtiyar bir adamdan çok daha fazlasıydı. Ramazan Amcanın gözündeyse bu gençler kendinden akıttığı damlaları diğerlerine taban kılmış buram buram yayılan nûrlardı. Toplaşanlar birbirlerini ilk defa görmüyordu, fakat yakın bir münâsebetleri var denemezdi. Ramazan Amca iki çift söz etmek istedi:
“Sizler, gözümde alev alev yanan kandiller gibisiniz. Gözardı ederek sebebi olduğumuz o şifâhanelerdeki gençler bize emanettir. Leylâ kızım onların tedavileri boyunca yanlarında olacak. Sizden de onları bir başlarına koymamanızı isterim.” Gözler Leylâ’ya çevrildi. Kendinden emin duruşu, korkudan bihaber bakışlarıyla, kendi işini kendi gören, ciddi meselelerin üstesinden itina ile gelen bir insan izlenimi veriyordu.
Mehmet ile Leylâ hastanede tedavi gören komşu çocuklarına ilk ziyaretlerini yapmak için ellerini çabuk tutuyorlardı. Bu vazîfe onları farkındalık mevkisine eriştirecek uzun yol tabelasıydı. Hastaneye varana kadar geçen zamanda Leylâ’nın tereddütsüz adımları Mehmet’i mütemâdiyen sığındığı düşler mağarasına sevk etti. İnsan bazen oluyor ya zahmet veriyor diğerine. Yapamadıklarının yükünü hem kendi hem de en yakını çekiyor. Yokluklarımızı birbirimizin yüreklerine yamalıyoruz. Mor cekete sarı yamalar gibi sırıtıyor yüreklerde başkasından medet umduğumuz yanlarımız. Leylâ pekâlâ öyle değil o dertlerinin buram buram yayılan kokusuyla genzinin yanıp kavruluşuna müptela olmuş. Katlanmak şöyle dursun sarıp sarmalamış dikbaşlı darlayanlarını. İşte tam da bu sebeple Mehmet, Leylâ ile tek ortak yanının aynı mahallede oturuşları olduğu hissine kapıldı.
Birazdan tedavi odasına vardılar. Beyaz örtülü on yatak… İçlerinde beyaz düşler gören yarı baygın genç bedenler… Henüz yumulmamış birkaç çift gözde mahcubiyet ninniler eşliğinde mahzunluğun salıncağını sallar. Birazdan Leylâ, yalnız müstesnâ kişilerin girebildiği kahverengi kapıyı açarak içeri geçti. Çıktığındaysa mesleğinin nişânesi olan beyaz önlüğüyle emir almaya hazır bir askeri andırıyordu. Her zamanki görünüşünden oldukça farklıydı. Sebebiyse apaçık ortadaydı: Leylâ’yı bugüne değin emir almaya hazır bir vaziyette gören olmamıştı. Bu hâli gösteriyordu ki Leylâ her zamanki duruşundan dahi vazgeçebilecek bir bağlılıkla eğilmekteydi mesleğinin yüceliği karşısında.
Yataklar arasından geçerek sırayla, Leyla’nın kontrollerini yaptığı gençlerin durumları hakkında notlar tutuyordu Mehmet. Bazıları vardı ki sürâtle kaçmakta olan treni ucu ucuna yakalamanın sersemliği içindeydiler. Ara sıra açtıkları gözleri lokomotiflere değse de henüz bu trenin dâhilinde mi haricinde mi bulunuyorum sorusunu yanıtlayacak kudreti bulamıyorlardı özlerinde. Hastanenin büyük çoğunluğu oluşturulan tezden haberdârdı, Leylâ da. Kılı kırk yararak ilerleyen Mehmet’e her geçen gün daha da ısınıyor, kendisiyle aynı amaca hizmet eden, kimi geceler bekleyişlerine ortak olan bu adamın hayatına ne kadar âni bir girişle müdâhil olduğunu, fakat bu durumun onu nasıl gocundurmadığını yadırgıyordu. Bir zamanlar onun insanları, ömrüne karar geliyordu. Fazlasında gözü yoktu. Şimdiyse daha evvel tatmadığı hislerin damarlarına kadar işlediğinin, ömründen Mehmet’i çıkardığında, gayet lüzumlu bir uzvunu nakletmiş kişinin duyduğu boşluğu ve derin pişmanlığı duyacağının idrâkineydi. Leylâ sımsıkı kapalı bir kutuya benzettiği karakterini, ruhunu Mehmet’e açmıştı. Peki ya Mehmet tebessüm hâliyle dalıp dalıp gittiği düşlerini Leylâ’ya açar mıydı, yapar mıydı bunu? Tedavinin ikinci yarısının bitmek üzere olduğu günlerde akıllarından teğet dahi geçmeyen hüzünlü bir haberin etkisiyle sarsıldılar. Leylâ, az evvel bir sorunun yanıtını ister gibi baktığı Mehmet’e şimdi düşmüş göz kapaklarını ayakta zor tutarak buğulu gözleriyle, her şeyin sonu gelmiş gibi bakıyordu. Geçen ay böbrek hastalığı için tedavisine başlanılan Dondurmacı Ramazan Amcaları biraz evvel vefat etmişti. Üzerlerinde inşasına şahit olunmuş, mütevâzı anılarla dolu bir kerpiçten evin yıkılışını seyrediyormuşçasına ağır bir bitmişlik hissi bulunuyordu.
Onunla yolculukları, kendileri henüz bir damla çocukken başlamıştı. Nerede ve ne zaman öğrendiklerini bilmedikleri hikâyeleri, duaları, bilmeceleri hep Ramazan Amcaya dayandırırlardı. İlkokuldan evvel bir mahalle mektebi vardı, ilk defa orada öğrenci olunurdu. Düşlerinde kâh Alaadinle lambayı bulmuşlar, kâh Keloğlan olup devlerden kaçmışlar, kâh Sinbadla sıcacık maceralara atılmışlardı.Bir lambanın içinden cin çıkabileceği düşünü, küçük insanların büyük insanları mağlup edebileceği fikrini, körpe zihinlere aksettirmeyi başarmıştı o. Uçsuz bucaksız yeryüzünde henüz diğer mahalleye açılamamış minik yürekleri, uçan halıya kondurup diyar diyar gezdiren de oydu. Yarın olduğunda cenazeye akın akın geliyordu mahalleli. Hiç kimse karalar bağlamamış, simsiyah çerçeveli gözlükler takınmamıştı. Bir kısmı “Sütlü kaymaklı dondurmandan kaldı mı?” kimileri “Lambadaki cin gerçekten var mı?” demeye gelir gibi gelmişti Ramazan Amcaya.
Her kuşaktan çocuğun elinden tutmuştu o. Kalabalığın içinde kırkı aşkın yaşlarında biri sekizinde bir çocuk gibi: “Sen de Sinbad gibisin. Bir daha açılmam tenha denizlere der yine de bizden vazgeçmezsin.” diye haykırdı. Acının tazeliğiyle ta derinlerden gelen ses yankı yankı, göklere doğru yükselerek muhatabını bulmuştu adeta.
Bitmesin diye yavaş yavaş okunan uzun soluklu bir romanın son sayfasına gelinmişti ve altı çizili satırlar hatrına bitmiyordu kitap, bitmezdi.

Bu içeriğe emoji ile tepki ver
0 kullanıcı tepki verdi
Bunlar da ilginizi çekebilir
Benzer yazıları okuyabilirsiniz.
 
Hikâyenin Başa Sarmasıdır
  • ARALIK 17, 2020
  • 837 görüntülenme
 
Gayya Kuyusunda Aşk
  • AĞUSTOS 23, 2020
  • 1208 görüntülenme
0 Yorum
Yorumları okuyabilir ve cevaplayabilirsiniz.

Yorum Yazın
E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlendi.