Hannah Arendt, “Kötülüğün Sıradanlığı” Üzerine Bir İnceleme
- MART 30, 2020
- 0
- 0

Anlamaya çalışmak bağışlamakla aynı şey değildir.
Karl Adolf Eichmann, Nazi Almanyasında soykırımın uygulanmasında lojistik yönetimden sorumlu eski bir SS subayıydı. Savaş sonrası Amerika Birleşik Devletleri tarafından gözaltına alındı ancak Katolik Kilisesi yetkililerinin yardımıyla Latin Amerika’ya kaçtı. İsrail Güvenlik Servisi Ajanları Eichmann’ı 1960’ta Arjantin’den kaçırdı ve yargılanması için İsrail’e götürdü. Duruşmaları yakından takip edenler arasında aslen bir Yahudi olan ve soykırımdan kaçarak Amerika’ya kaçan Hannah Arendt de vardı. Hannah, The New Yorker adına gelişmeleri yakından takip etti ve Eichmann hakkında beş makale hazırladı. 1963’te bu çalışmalarını Kötülüğün Sıradanlığı adıyla kitaplaştırdı.
Arendt’in davaya ilişkin ilk eleştirisi Eichmann’ın insanlığa işlenen suçlar bakımından değil, “Yahudi Halkına” karşı işlenen suçlar üzerinden yargılanmasıydı. Dönemin İsrail Başbakanı Ben Gurion’a göre; “Bu yargılamanın halka Yahudi olmayanların arasında yaşamasının ne demek olduğunu göstermesi, onlara bir Yahudinin sadece İsrail’de güvende olabileceğine ve onurlu bir yaşam sürebileceğine ikna etmesi gerekiyordu. Çünkü soykırımdan sonra dünyaya gelen İsrailli nesil kendi tarihiyle arasındaki bağı kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyaydı.”
11 Nisan 1961’de Kudüs Mahkemesine çıkarılan Eichmann, itham edildiği suçların, dönemin Nazi hukukuna göre suç olmadığını; itham edildiği şeylerin suç değil, üzerinde başka hiçbir devletin tasarruf ehliyetine sahip olmadığı hükûmet tasarrufları olduğunu; yaptığı her şeyin itaat etmekle yükümlü olduğu yasalar doğrultusunda gerçekleştiğine dayanarak reddetti. Polise ve mahkemeye tekrar tekrar anlattığı gibi o görevini yapmıştı; sadece emirlere değil, yasalara da uymuştu. Geçmişte yaptıkları ancak bugün içinde bulunduğu koşullarda değerlendirildiğinde suç sayılabilirdi.
Yahudilerin fiziksel imhasını amaçlayan “nihai çözüm”de aktif rol alan Yarbay Eichmann’ın bu işi alelâde, sıradan bir görev olarak görmesi ve sorgusuz yerine getirmesi, içinde bulunulan durumun belki de en ilgi çekici yanıydı. Duruşmada herkes, karşısında Yahudilerden nefret eden, sapık ve sadist, hasta ruhlu birini görmeyi beklerken Eichmann bu niteliklerin hiç birini taşımıyordu. Arendt’e göre yarbayı motive eden ne antisemitist saplantı, ne hınç, ne nefret, ne de ideolojik saplantıydı. Eichmann’ı harekete geçiren şeyler gayet insanca güdülerdi; üstlerini memnun etmek, kariyerinde ilerlemek ve görevinde kendini kanıtlamak gibi sıradan düşüncelerdi. Emir komuta zincirinde itaatkâr olmayı görev bilmiş, dahası aptal sayılabilecek biri gibi duruyordu camlı kafesin ardında. Makalesi yayınlandığında bu tespitleri sebebiyle Arendt, Eichmann’ın suçunu basite indirgemeye çalışmakla suçlandığında “Anlamaya çalışmak, bağışlamakla aynı şey değildir” diye cevap vermişti.
Gerçi sadece emirleri yerine getirmiş olmanın “masumiyet”le ilgisi yoktu. Üstlerine mutlak itaatle işledikleri suçlardan sorumluluk taşımadıklarını düşünenlerin, itaatin aynı zamanda destek anlamına geldiği gerçeğini bilmeleri gerekiyordu. Arendt’in görüşüne göre Nazi Almanyasında suçlular bu emir komuta zincirinde ne yaptıklarını hiçbir zaman tam olarak idrak edememişlerdi. Çünkü kötülüğün kaynağı “düşünce yoksunluğu” yani fikirsizlikti. Totalitarizm de kötülüğün gerçek ve radikal doğasının rahmiydi. Gerçeklikten bu kadar uzak ve bu kadar fikirsiz olma halinin iç içe geçtiği sistemde yazışmalar katı bir “dil kuralı”na tabiydi. “İmha”, “tasfiye” veya “öldürme” gibi cesur kelimelerin geçtiği resmi belgelere pek rastlanmıyordu. Zira bu durumlar için geliştirilen bir kodlama dili vardı; “nihai çözüm”, “tahliye” ve “özel muamele”. “Bu dil sisteminin asıl etkisi, söz konusu insanları yaptıklarından bihaber tutması değil; insanları yaptıklarını, cinayet ve yalanlarla ilgili eski “normal” bilgileriyle aynı kefeye koymalarını önlemesiydi.” (s.95) Eichmann da bu dil kuralları için kusursuz bir özneydi. Zira dava boyunca ağzından bürokratik dil dışında tek özgün ve mantıklı cümle duymak mümkün olmamıştı.
Nietzsche’nin de dediği gibi “kelimeler şeyleri eksilterek duygusuzlaştırır, kelimeler kişiliksizleştirir, kelimeler olağandışı olanı olağanlaştırır.” Nazi Almanyasında sıra dışı suçların sıradanlaştığı, baştan sona trajedi ve karanlık olan bu hikâyenin belki de en zifiri noktası Yahudi liderlerin kendi insanlarının imhasında oynadıkları roldür. Yahudiler yönetim ve güvenlikle ilgili işlere yardım etmeseydi – Berlin’de toplama noktalarına gitmeyen Yahudileri yakalama görevini sadece Yahudilerden oluşan bir polis gücü yerine getirdi – ya tam bir kaos yaşanırdı ya da Almanların ihtiyaç duyduğu iş gücü tükenirdi. “Kurbanlar işbirliği yapmasaydı, birkaç bin kişinin, dahası sadece büyük bir bölümü sadece büro işi yapmış kişilerin yüz binlerce insanı öldürmesi şüphesiz mümkün olmazdı.” (s.125)
Kitap, Raul Hilberg’in The Destruction of the European Jews‘i kaynak göstererek: “İşbirliği açısından, Orta ve Batı Avrupa’daki büyük ölçüde asimile olmuş Yahudi cemaatleri ile Doğu’da Yiddiş dilini konuşan topluluk arasında hiçbir fark yoktu. İster Amsterdam’da veya Varşova’da, ister Berlin’de veya Budapeşte’de, insanların ve mallarının listesini yapmak, tehcir ve imha edilme masrafları için tehcir edilenlerden para toplamak, terk edilmiş apartman dairelerinin izini sürmek, Yahudilerin yakalanması ve trenlere bindirilmesine yardım edecek polis gücünü sağlamak ve son bir jest olarak da Yahudi cemaatin mal varlığını nihaî müsadere için muntazam bir biçimde teslim etmek gibi işleri Yahudi yetkililere bırakan Nazilerin gözü arkada kalmıyordu. Sarı yıldız amblemlerini Yahudi yetkililer dağıttı; bazı yerlerde, mesela Varşova’da “kolluk satışı düzenli bir iş kolu haline geldi; sıradan kumaş kollukların yanı sıra fantezi, yıkanabilen, naylon kolluklar da bulunabiliyordu.” Nazilerin zoruyla değil, etkisi altında kalarak hazırladıkları manifestolarda, sahip oldukları yeni gücün nasıl tadını çıkardıklarını görmek hala mümkün. – Budapeşte Konseyi’nin ilk duyurusunda, “Yahudilerin maddi ve manevi bütün zenginliklerini ve Yahudi işgücünün tamamının mutlak kullanım yetkisi Yahudi Merkez Konseyine verilmiştir” ifadesi yer alıyordu,” diye ayrıntılandırıyor konuyu. (s.126)
Tanıklar ölüm merkezlerindeki cinayetlerin genellikle Yahudi komandoların işi olduğunu adil ve dürüst bir biçimde ortaya koydular, bu Yahudilerin gaz odalarında ve krematoryumlarda çalıştığını, cesetlerin altın dişlerini söktüğünü ve saçlarını kestiğini, toplu mezarlar kazdığını ve katliamların izlerini ortadan kaldırmak için bu mezarları tekrar açtığını; cellâtların bile Yahudi olduğunu, Yahudilerinin özerkliğinin bu raddeye vardığı Theresienstadt’taki gaz odalarını Yahudi teknisyenlerin inşa ettiğini gözler önüne serdiler. İnsanı insan olmaktan soğutan bu bilgileri, makalesinde yayınlayan Hannah Arendt en yakın arkadaşları başta olmak üzere, çalıştığı üniversite ve Yahudiler tarafından büyük tepkiyle karşılandı. Yahudilerden nefret eden Yahudi ilan edildi. Mossad dâhil birçok çevreden ölüm tehditleri aldı.
Eichmann 15 Mayıs 1961’de suçlu bulundu ve 1962 yılının 31 Mayıs’ını 1 Haziran’a bağlayan gece asılarak idam edildi. Külleri denize savruldu.
“İnsan doğası gereği bir kere baş gösteren ve tarihe kaydedilen her fiil, gerçekliğe, tarihe gömüldükten sonra bile hep ileride gerçekleşebilecek bir ihtimal olarak kalır,” diyen Hannah Arendt, emsalsiz olan bir defa ortaya çıktı mı, gelecek için bir emsal hâline gelebilir ihtimalini öngörmüş güçlü bir yazar. Siyaset kuramcısı Desmond King’in deyişiyle, “özünde insan ıslahıyla aynı kapıya çıkacak bir gen yönetimi rejimine doğru şu veya bu şekilde gideceğiz. Bunu toplumun iyiliği için değil de, bireylerin sağlığı adına yapacağız. Ve bu işin yöneticileri de sen, ben, doktorlarımız ve devlet olacak. Genetik değişime bireysel tercihlerin görünmez eli şekil verecek, fakat nihai sonuç aynı olacak: Bir sonraki kuşağın genlerini geliştirmek için el ele yaptığımız bir gürüşüm.”