Genetik Modifikasyon: “Yaratılıştaki Çatlak”
- EYLÜL 28, 2020
- 0
- 0
“Yaradılıştaki Çatlak.” Yazarı Prof. Jennifer Doudna, 2002 yılından beri Kalifornia Berkeley’de çalışan öğretim üyesi bir bilim insanı. Kimya ve Moleküler Hücre Biyolojisi bölümünde görevli Prof. Doudna mekanizmasını çözdüğü ve kullanmayı başardığı CRISPR/Cas9 sistemi ile Breakthrough Prize ödülünü aldı. Ayrıca Times dergisi tarafından 100 etkili insan listesine girdi. Nobel alması sanırım bir sürpriz olmayacak.
2000’lerin ortalarında Philippe Horvath ve Rodolphe Barrangou adında iki Fransız araştırmacı, bakterilerin virüslere karşı kullandığı savunma mekanizmalarından birini keşfettiler. Danimarkalı gıda şirketi Danisco’da görevli olan bu iki bilim insanı peynir ve yoğurt yapımında kullanılan bakteriler üzerinde çalışırken tuhaf bir olay gözlemlemişlerdi: Bazı bakteri türlerinde istilacı virüsleri felç etmek için virüslerin genomlarını kesen bir sistem evrilmişti. Bir tür moleküler sustalı bıçak diyebileceğimiz bu sistem, istilacı virüsleri DNA dizilerinden tanıyor, ardından viral DNA’yı gelişi güzel yerlerinden değil de hep belli yerlerinden kesiyordu.
Meslek hayatının büyük bölümünü RNA biyolojisi üzerine çalışarak geçiren Prof. Doudna sisteme hayran kalmıştı. 2011 yılında Emmanuelle Charpentier adında bir bakteriyologla Porto Riko’daki mikrobiyoloji konferansında buluştuklarında bakterilerin bağışıklık sistemini teker teker birleşenlerine ayırarak gizemi çözmeye karar verdiler. 2012’de bakterilerin virüslere karşı geliştirdiği bu savunma sisteminin “programlanabilir” olduğunu fark ettiler. Aslında bir gene atılacak kasti kesik potansiyel bir mutasyon kaynağı demektir. Çoğu mutasyon gelişi güzel gerçekleşir. Fakat Prof. Doudna ve E. Charpentier’in çalışmalarında mutasyon rastgele olmuyordu. Genomun neresinin kesileceği programlanabiliyordu. İkili “CRISPR/Cas9” adı verilen mikrobiyal savunma sistemiyle ilgili bulgularını 2012’de Science dergisinde yayınladılar. Mikroplar tarafından geliştirilmiş kadim bir savunma mekanizması, yoğurt mühendisleri tarafından keşfediliyor, RNA biyologları tarafından baştan programlanıyor, nihayetinde de genetikçilerin onlarca yıldır aradıkları teknoloji ortaya çıkıyor; insan genomunu programlanan DNA dizisine göre doğrudan ve verimli biçimde değiştirmeyi sağlayacak yöntem.
Aslında gen terapisinin iki türü var: Birincisi üreme hücresi olmayan bir hücrenin örneğin kas hücresinin genomunu değiştirmek. Bu hücrelerin genetik modifikasyonu, işlevlerini etkiler ama bu değişiklik bir sonraki nesle aktarılmaz. Kas hücresindeki değişim embriyoya geçmez; değiştirilen hücre gen öldüğünde yok olur gider. İkinci gen terapisi yöntemi ise radikal olarak üreme hücrelerinin genetiğini değiştirmektir. Sperm veya yumurtanın içindeki genomda bir değişiklik yapıldığında, değişim sonraki kuşaklara aktarılır. Değişiklik kalıcı olarak insan genomuna işlenmiştir artık. Eklenen gen, insan genomunun bir parçası haline gelir.
Yani CRISPR/Cas9 keşfi yeni bir genetik komuta ve kontrol çağını başlatıyordu. Biyologların kullandığı geleneksel alet takımını dönüştürecek, genomu fiilen istedikleri her şekilde düzelterek baştan yazmalarını sağlayacak gücü onlara verecekti. Modern insanın varoluşunun yaklaşık yüz bin yıllık geçmişi döneminde Homo Sapiens genomunu şekillendiren iki kuvvet rastgele mutasyon ve doğal seçilimdi. Oysa şimdi tarihte ilk kez, sırf yaşayan her insanın DNA’sını değil, gelecek nesillerin de DNA’sını düzenleme yetisi öğreniliyor. İşin özü, bu teknoloji ile kendi türümüzün evrimini yönlendirme yeteneği edinilmiş oluyor. Peki, doğmamış bireylerin genomunu gerçekten değiştirip Homo Sapiens gen havuzunu kolaylıkla geri dönülemeyecek şekilde kurcalamalı mıyız? CRISPR teknolojisi ile tohum hattına yapılacak müdahalelerin doğuracağı meseleler henüz çok net değil.
Aslında insan tohum hattının tâdili CRISPR ile başlamadı. “1978’de dünyanın ilk tüp bebeği Louise Brown’ın doğması üreme biyolojisi için dönüm noktasıydı. Bu gelişme insan üremesinin basit laboratuar prosedürlerine indirgenebileceğini kanıtlıyordu. Saflaştırılmış yumurtaları ve spermleri bir besi kabında karıştır, büyüyüp çok hücreli embriyo hâline gelene kadar zigotu besle, o embriyoyu kadının rahmine yerleştir. Nihayetinde eğer insan yaşamı besi kabında yaratılabiliyorsa, ki gen düzenleme teknoloji si de aynı steril ortamda geliştiriliyordu, günün birinde iki yöntemin ortak bir noktada buluşması kaçınılmazdı. Tüp bebek tekniği, döllenme işini nispeten basit bir laboratuar prosedürüne dönüştürünce, erken evrelerdeki insan embriyolarını alelâde bir biyoloji numunesi gibi DNA tadilatına sokmak uygulanabilir oldu.” (S:174)
CRISPR/Cas9 patentli genom mühendisliği genoma bilgi eklememizi sağlıyor; geni istediğimiz gibi değiştirebilir ve yeni kod yazabiliriz. Francis Collins, “tohum hattı manipülasyonu ‘kendimizi geliştirme’ amaçlı denilerek meşrulaştırılabilir, bu da birilerinin gelişimin ne olduğuna karar verme yetisine sahip olması demektir; böyle bir işe kalkışanın kendi kibirlerinin çok iyi farkında olması gerekir,” diyor.
Jeniffer Doudna ve David Baltimore’un da bulunduğu bir grup araştırmacı, tıbbi ortamda uygulanacak gen editleme ve gen değiştirme teknolojileri için morotoryum önerdi. Çağrının yayınlanmasından bir ay sonra 18 Nisan 2015’de Protein and Cell adlı bir dergide (Nature ve Science gibi en üst düzey bilimsel dergiler güvenlik ve etik ile ilgili sıkıntıları dile getirerek sonuçları yayımlamayı reddetmişlerdi) yayınlanan makale Çin’in Guang Zhou şehri Sun Yat-Sen Üniversitesinde Junjiu Huang’ın laboratuarında yapılmış deneyleri açıklıyordu. Tepki uyandırmayı amaçlayan, cüretkâr ve aceleye getirilmiş bir deneydi. Huang bu vakada en azından Triploid (üç takımlı) insan embriyoları kullanarak kendi deneyleri sonucunda CRISPR’lı bebeklerin doğmamasını sağlama almıştı. Huang’a göre yaşama şansı olmayan bu embriyolar CRISPR’ın etkinliğini sınamak açısından kusursuz bir modeldi.
Batı’daki bilim insanları Junjiu Huang’ın insan embriyosu üzerindeki çalışmalarını endişeli bakışlarla izleyedursun, Çinli bilim insanları bu tür deneyler konusunda çok daha iyimserler. Çin morotoryuma uymayı düşünmüyor. Çinli bir bioteknikçi, “Konfüçyüsçü düşünce, bir şeyin ancak doğduktan sonra insan hâlini aldığını söyler. Dinden dolayı embriyo üzerindeki araştırmaları doğru bulmayan Amerika’dan ve Hıristiyanlık etkisindeki diğer ülkelerden farklı bir tutum bu. Bizim buradaki kırmızı çizgimiz 14 günlükten büyük embriyolar üzerinde deney yapmamak,” şeklinde açıklamada bulundu. Amerikan Gizli Servisi de bu deneylerden kaygı duyuyormuş gibi görünüyor. Bir sonraki Dünya Çapında Tehdit Değerlendirmesi Raporunda, “genom düzenlemeyi, öteki ulus devletlerin Amerika’ya karşı büyük risk oluşturacak şekilde geliştirmeyi deneyebileceği altı büyük kitle imha silahından biri ve silahlanma biçimi olarak” betimlemesi de ayrıca ilgi çekici bir ayrıntı olarak karşımıza çıkıyor.
UNESCO’nun 1997’de resmen kabul etmiş olduğu Evrensel İnsan Genomu ve İnsan Hakları Bildirgesinde şöyle yazar: “İnsan genomu, insanlık ailesinin tüm üyelerinin temel birliğinin, ayrıca bunların özündeki itibarın ve çeşitliliğin kabul edilmesinin zeminini oluşturur. Simgesel anlamda genom insanlığın mirasıdır. ”UNESCO gen düzenlemedeki son ilerlemeler ışığında, CRISPR gibi teknolojilerin yaşamı tehdit eden hastalıkların engellenmesinde ya da tedavisinde kullanılması gerekse de, gelecek nesilleri etkileyecek şekilde bu teknolojileri yürürlüğe sokmanın ‘tüm insanların özünde bulunan, dolayısıyla eşit olan haysiyetini tehlikeye atacağını, daha iyi, daha gelişmiş yaşam isteği kisvesine bürünmüş soy ıslahı bilimini tazeleyebileceğini ileri sürüyor.
Siddhartha Mukherjee, “GEN” kitabında “Bilim insanları böler, ayrıştırır. Dünyayı bileşenlerine ayırmak bilim insanlarının meslek hastalığıdır. Bütünü anlamak için önce o bütünü parçalara – genleri, atomlara, baytlara – ayırır, sonra geri birleştiririz. Fakat bu yöntemin bir riski vardır; insanı genlerin, çevre koşullarının ve gen-çevre etkileşimlerinin inşâ ettiği bir terkip olarak algılamaya başladığımızda, insanoğluna olan bakışımız da temelinden değişir. “Aklı başında olan hiçbir biyolog tamamen genlerimizin bir ürünü olduğumuzu düşünmez,” demişti bana Berg. “Fakat genler resme bir kez girdikten sonra artık kendimize dair algımız da bir daha eskisi gibi olamaz.” Parçaların bir araya getirilmesiyle oluşturulan bütün algısı, bütünün parçalanmadan önceki algısından farklıdır.”
1990’da İnsan Genom Projesi üzerine bir yazı yazan solucan genetikçisi John Sulston, kendi talimatlarını okumayı öğrenmiş zeki bir organizmanın felsefi açıdan ilginçliğine değinmişti. Fakat daha da derin ve ilginç olanı zeki organizmanın kendi talimatlarını kendisi yazmaya başlayınca ortaya çıkar. Eğer organizmanın doğasını ve yazgısını genler belirliyorsa ve eğer organizmalar kendi genlerinin doğasını ve yazgısını belirlemeye başlamışlarsa, o zaman mantık döngüsü kendi üstüne kapanır. Genler yazgı ise insan genomu bu yazgının dökümüdür. Genetik yazgının dizginlerini elimize almak “seçim”. Bu seçim dediğimiz şey de genlerin kendilerine benzer genlerin seçimini sürdürmek için uydurdukları bir illüzyonmuş gibi görünüyor. Geçtiğimiz 2018 Kasım ayında Çin’in Şenzenli araştırmacısı He Jiankui tüp bebek tedavisi yöntemi ile AIDS’e karşı bağışıklığı olan gen mühendisliği ürünü ikizlerin (Nana ve Lulu) dünyaya geldiğini açıkladı. İkizler ilk post-genomik bebekler. Yeni araştırmalarda aynı genetik ayarlamanın fareler üzerinde yapılan denemelerinde hayvanların IQ’larının yüksek çıktığı ortaya konmuş. Yani daha zeki insanlar yaratmanın yolu bulunmuş ve ilk bebekle de dünyaya gelmiş olabilir.
İnsanın sonrasına hazır mıyız?