Ziyanı Yok Dursak Da Olurmuş
- HAZİRAN 18, 2020
- 0
- 0
Daima batıya, hep batıya ilerlemeyi gaye edinmiş atalarımızın bugünlerde şehir içi otobüs seferlerinde şoförün türlü ricâsı, hatta çoğu zaman, bakın arka taraflar hep boş, haykırışıyla arkalara doğru ilerleyen torunlarıyız. Dolayısıyla ilerlemek hem fiil, hem de kavram olarak bize pek yabancı değil, [bozkırda atlarımızla faça şahinlerimizi bir tutmuyorsak eğer] ata sporumuz bile sayılabilir. Biz icat etmedik ama ona maruz kaldığımız muhakkak. Benim bu satırları yazarken kullandığım bilgisayar, dinlediğim şarkı [Zerrin Özer, Sevmek Günahsa Eğer], sizin okumakta olduğunuz dergi, her hafta tek bölüm dahi kaçırmadan takip ettiğiniz dizi, elinizden düşmeyen telefon, okulun kantininde görüp hoşlandığınız hanımefendinin gizlice bakındığınız sosyal medya hesapları ve cesaretiniz varsa yürüyeceğiniz iletişim kanallarının hepsi ilerlemenin bir sonucu. İlerlemek gerilemenin tam karşısında duruyor; sakız çiğneyerek konuşuyor, ağzını şapırdatarak yemek yiyor, ona nazire yapıyor, kahkaha ve slogan atıyor ve önüne gelen ne varsa kendiyle birlikte sürüklüyor. Bütün bunların yanında, vakit durmak için daralıyor.
Bütün tarih ve medeniyet boyunca insanda ne gelişti? İnsan, öldüren ve öldürülene, köle sahibi ve köleye, aldatan ve aldatılana, sömüren ve sömürülene dönüştü. Bunların hiçbiri insanî özellik değildir. Bu, medeniyetin ve medenî insanın gelişmesidir.
Ali Şeriâti
İlerleme, en başında 15. yüzyıla tekabül eden aydınlanma hareketlerinin halklara attığı formatın adıydı. [Hemen öncesindeki Orta Çağ, resmî tarihin çabalarıyla bugün zihnimizde karanlık, berbat ve çirkin bir dönem olarak tasavvur ediliyor fakat Doğu, Batının aydınlanmayı arakladığı yerdi. Cemil Meriç, “ışık doğudan gelir” derken haklıydı. Peyami Safa, ”her şey Asya’nın göbeğinde gözlerini açmıştır,” derken daha da haklıydı.] Meşâlenin ucundan tutan İtalya o dönemlerde Adana’da Hürriyet Mahallesi, İstanbul’da Tarlabaşı, Ankara’da Çinçin, İzmir’de Kadifekale gibi bir yerdi. Michalengelo, Da Vinci’ye, o ne biçim karı lan suratının yarısı asık, diye soruyor; Da Vinci ise, ben ne bileyim babba, diye cevap veriyordu. [Her ikisi de aynı yıllarda Floransa’da yaşamıştı. Michalengelo henüz 20’li yaşlarındayken 50’sini deviren Medicilerin Aziz Sancar’ı Da Vinci’yi küçük düşürmeye çalışıyordu. Rekabetin aydınlanma alevini harlamadığını kim iddia edebilir?] Papa, arada kırmızı kartına başvursa da kimse dönüp bakmıyordu. İtalya için vaziyetin böyle olması tesadüf değildi elbette. Aydınlanmanın referans kaynaklarından Roma İmparatorluğunun eyaletlerinde devletten eser yoktu, Antik Yunan’daki site (kent) devletlerinin her biri diğerinden ayrı takılıyor, ikisi beraber antik tiyatroya bile gitmiyordu [Atinalılar Spartalıları kaba bulur, hiç sevmezdi]. Endülüs ise Şam Sarayını bir gecede basıp bütün Emevileri kılıçtan geçiren Abbasilerden son anda paçayı kurtaran 18’indeki Hanedan Üyesi Abdurahman [onun İspanya’daki Müslümanlardan haberi bile yoktu] tarafından kurulmuştu. Kısacası otorite yoktu, özgürlük vardı ve olmayan otoritenin yerine insanlar aklı (ilerlemeyi) koydu. Aydınlanma bu şartlar altında gelişti.
O vakitler ilerleme belli ki, çok akıllıcaydı. Heykel, tablo, kanat, matbaa, buhar, pusula derken dünya daha fazla ilerlemek için daha fazla hammadde sorunuyla karşı karşıya kaldı. Portekiz ve İspanya gemileri bu uğurda çıktığı Amerika kıtasındaki yerlilerin bir kısmına tecavüz etti, bir kısmını katletti, geriye kalanlarsa köle pazarlarında satıldı. [Yeryüzünde sağ kalan son Aztek’ten çocuk peydahlayan İspanyol Denizci Hernan Cortes, askerlerinin altına olan düşkünlüğü karşısında şaşkına dönen yerlileri şöyle kandırmıştı: “Benim ve askerlerimin bir hastalığı var ve tek tedavimiz bu.”] Kıyım elbette bununla bitmedi, ellerinde kendilerini savunmak için okları ve mızraklarından başka hiçbir şeyi olmayan Kızılderililerin karşısına tüfekleriyle çıkan Avrupalılar, on beş binden fazlasını öldürdü, katliamı meşru kılmak için yamyamlık masalını uydurdu. [Yamyamlık, avcı-toplayıcılar arasındaki hiçbir kavmin âdetlerinden değildi. William F. Arens’e göre kavram, işgâlci güçler tarafından profesyonelce kurgulanmıştı.] Kimse devekuşu gibi kafasını kuma gömmedi, zaten bu öldürülen yerliler ilkeldi, insan bile değildi, onları insan yapmaksa yine Avrupalılara kalacaktı. Yeni dünyaya gönderilen misyonerler, Hıristiyanlaştırma girişimleriyle onları ancak “yarı insan” kılabildi. Yıllar geçtikte coşkun bir deniz gibi çağlayan ilerlemenin önünde duran ilkeller ve bu yarı insanların kabahati oldukça büyüktü. 1600’lü yıllarda Kızılderililerle bir araya gelen Cizvit Papazı yaşadığı zorluklardan bahse derken, “çocuklarına bir şey öğretmemizi imkânsız hâle getiriyorlar, onların terbiye edilmesine izin vermiyorlar; bu barbarların çocukların cezalandırılmasına ve azarlanmasına bile tahammülleri yok,” diyordu. Haksız sayılmazdı, zira barbar olarak tanımladığı insanlar rekabetten münezzehti, lügâtlerinde ilerleme adına hiçbir şey yoktu. Araştırma için Afrika’da çalışan bir antropolog, tanıştığı yerlilerin çocuklarıyla oyun oynamak istediğinde benzer bir sonuçla karşılaşacaktı. Oyun, belirli mesafedeki ağacın dibine konan meyvelere ulaşılmasıyla nihâyete erecek, kazanan kişi meyvelerle mükâfatlandırılacaktı. Başlayın komutu verildiğinde oyuna katılan bütün çocuklar el ele tutuştular ve birlikte yürüdüler, meyvelerin hepsini paylaştılar. Aileler o kadar barbarlardı ki, birbirleriyle yarışmayı öğretemedikleri çocuklarını dövmedikleri gibi onlara her sene değişen bir sınav sistemi bile tahsis edememişlerdi, oy kullanmıyorlar, magazin izlemiyorlar, bankalardan kredi çekmiyorlar, modayı takip etmiyorlardı.
Saatler, telefonlar, elektrikli aletler, asansörler ya da televizyonlar olmadan bir hayat düşünülemiyor. İnsan kendi yarattığı teknoloji karşısında işe yaramaz durumda.
Delia Steinberg Guzman
İlerleme ilerlemeyi izledi. 1914 ve 1939’da başlayan her iki dünya savaşı da daha fazla ilerleme ihtiyacından çıkmış ve gâlip ülkeler, mağlup ülkelere, hayır siz biraz duracaksınız, demişlerdi. [Ne, Avusturya Macaristan veliahdının öldürülmesi mi? Ah canım, kıyamam.] Dünya savaşları, sadece Avrupa kıtasındaki ormanların yarısından fazlasını yok etti, hayatını kaybedenlerin önemli kısmı sivillerden ve müstemlekelerden zorla harp meydanlarına sürülen ilkellerden oluşuyordu. Hem üzerindeki üniformalara, hem de sürüldükleri coğrafyaya yabancılardı. Zaten savaşmaktan pek anladıkları söylenemezdi. Afrikalı Kunglar kavga eden insanların salak olduklarını düşünüyorlar, Mbutiler her türlü şiddeti nefretle karşılıyorlardı. Savaş, ilerlemeyi akleden insanların icadıydı. [İspanya’da diktatör lider Franco taraftarlarının sloganı şöyleydi: Viva La Muerte, Yaşasın Ölüm] Tarih biliminin bir anlamda 20. yüzyılın eseri olmasına şaşırmamak gerekir; 1900’lü yıllar insanlığın ilerlemeyi ve gelişmeyi o büyük icadına, [savaşa] borçlu olduğu zaman dilimini ifade eder.
Hayatı bir han olarak tahayyül ediyorum, çöküş arabası gelene kadar orada kalacakmışım. Araba beni nereye götürecek bilmiyorum çünkü hiçbir şey bilmiyorum…
Fernando Pessoa
Fizik, savaş makineleri sayesinde rüşdünü ispat etmişti. [Atomu parçalayan Albert Einstein, bombasını Almanlardan kaçarken sığındığı Amerika’ya altın tepside sunmuştu. 600 metre yükseklikte patlayan iki adet bomba 80 bin kişinin ölümüne sebep oldu. Medici Hanedanına yıllarca hizmet eden Leonardo Da Vinci, onlara günümüzde kullanılan birçok savaş aletinin ilk örneklerini kazandırmıştır.] Modern mekanik bilimleri ilk adımlarını [Cezerî’yi saymazsak eğer] yine savaş aletleriyle atmıştı. Zira istatistik, fiziğin suya indirdiği Amerikan denizaltılarını Mihver Devletlerin vurma çabasından öte değildi. Sosyoloji ise Almanların uzmanlık alanıydı. [Peki, kara propagandanın mucidi Joseph Goebbels’in Halkı Aydınlatma Bakanı olması?] Bugün kullandığımız bilgisayarların çalışma sistematiği, İngiliz Gizli İstihbaratına çalışan Alan Turing tarafından şifreli mesajları deşifre etmesiyle ortaya çıktı. Psikolojiden bahsetmeye bile lüzum yok. İnsanlık, aydınlanma çağından itibaren ilerlemeyi savaşa borçluydu, savaş ilerlemenin yarısıydı.
Ve biz durmadan ilerledik. Bugün de ilerlemenin günlük yaşantımıza sunduğu nimetlerden sonuna kadar faydalanmak niyetindeyiz. Fişlendiğimizi bilmemize rağmen sosyal medya hesaplarımıza her saat bakmaya devam ediyoruz, belki de ödemeye ömrümüzün yetmeyeceği kredilerle ev ve araba satın alıyoruz. Teknolojinin hayatımızı kolaylaştırdığını iddia ediyoruz ama günümüzü tam anlamıyla teknolojiye teslim ettiğimizi görmüyoruz; konuşmuyoruz, mesajlaşıyoruz; yüz yüze değil, fotoğraflara bakıyoruz; biz artık acıkmıyoruz, tıka basa doymak istiyoruz ve sene boyu çalışmanın acısını çıkarmak için aylar öncesinden yer ayırttığımız otel ve pansiyonlar uğruna kaç ormanın ırzına geçildiği umurumuzda bile değil.
Ey dünya yorgunları, durun artık!