Sevmek Üzerine
- NİSAN 18, 2019
- 0
- 0

Başlığa aldanıp da aşka dair romantik bir yazı diye düşünen sevdalı yürekler olduğuna eminim. Lâkin konumuz, iki farklı insan cinsi arasında yaşanan ve çoğunlukla ayrılıkla sonuçlanan romantik hikâyeler değil tabi ki. Üzgünüm çocuklar, daha önemli ve can sıkıcı meselelerimiz var.
Hâbil ve Kâbil’den beri insanlar arasında bir zulüm saltanatıdır ki devam etmektedir. Kâinatı güzel kılan, gündüzlere ayrı, gecelere ayrı bir seyir zevki veren renkler arasında karanlığı ve kızılı egemen kılan bir kavgaya tutuşmuştur insan. Daha çok mal, daha çok güç, daha rahat bir hayat gibi çeşit çeşit sebepler olsa da insanın başta kendisine, sonra hayvana, bitkiye ve her şeye yaptığı bu zulmün temel sebebi sevgi yoksunluğudur. Birçok şeyi başaran insanın en başaramadığı şeydir sevmek. Oysa bütün dinler sevgiyi ve merhameti öğütleyip duruyor çağlar boyu. Belki de, dünya yüzeyindeki sevgisizliğin meşhurluğundan doğmuştur bütün bu sevgi öğretileri. Bu yazı bile… Öyle ya, insan kendinde olmayana ya da eksik olana kavuşmayı arzu eder; ancak bütün telkinlere rağmen arzularımız bizi daha çok maddi eksikliklere doğru sürükler. Sevgiden önce gelir iyi bir ev ve araba sahibi olmak. Maalesef iyi bir eşten önce gelir iyi bir iş. (Kız babaları, damat adayının sevgi ve merhametinden ziyâde maaşının muhasebesini yapmaz mı? Ayrıca hangi davul kafalının ürettiği belli olamayan, ama hepimizin bildiği bir söz vardır: Davul bile dengi dengine. Kaç neslin ömrünü yemiştir bu ahmak lakırdı?)
İnsanlık tarihinin başından beri var olan ve günden güne sürekli artan bu fırsatçılık ve sevgisizlik, güvensizlik gibi çirkin bir çocuk doğurmuştur. Güvensizlik ise, daha çok sevgisizlik… Saflığı, budalalık olarak değerlendirmiyor muyuz? Yani insan, duygularında bile cingöz olmalı, kimseye güvenmemelidir gibi bir kanı oluşmuştur maalesef.
Dinler, bilgeler, kitaplar ve hatta türküler sevmeyi öğütlerken ve buna rağmen nefret egemenliği hüküm sürerken, sevgisizliğin kaynağını ya da ilacını nerede arayacağız? Zîrâ marazın doğduğu yeri bulmadan ıslah mümkün değildir. Birtakım kimseler dünyadaki bütün kötülükleri dinden uzaklaşmakta görür; papaz kiliseye, imam camiye davet eder. Oysa ortak bir inanıştır: ilk günah cennette işlenmiş, ilk kötülük peygamber çocukları arasında yaşanmıştır ve bu en eski paradokstur.
Birtakım kimseler ise hukuk yoluyla kötülüklerin üstesinden gelineceğini savunur. Oysa tarih bize göstermiştir ki, en katı zulümler kanunlar ve mahkemeler tarafından yapılmıştır. Felsefî ve dinî görüşlerinden dolayı Sokrates’e baldıran içirenler, doğuştan bir ayağı kısa olduğu için bir orta çağ kadınını cadı diye asanlar, dünyanın düz bir tepsi şeklinde olduğunu söylemesi için Galilei’ye işkence yapanlar, daha enel-hak demeden Mansur’u dâra çekenler kanunlara dayanarak yapmadı mı bu zulümleri? “Niceleri vicdanlarını kerhaneye gönderip, davranışlarını kurallara uyduruyorlar.” diyor Montaigne. Ve ben, daha az kanun ile yaşayan ve ilkel dediğimiz ilk insan topluluklarında günümüzden daha fazla kötülük olduğunu hiç sanmıyorum.
Anlaşılan o ki kötülüğe son vermek, sevgiyi hâkim kılmak dinlerin ya da yasaların başarabileceği bir şey değildir. Yüzyıllardır bir aldanış denizinde kulaç atıyoruz. Zîrâ kimse bir liderin ya da kanunun dayatmasıyla gerçek mânâda sevmez, sever gibi yapar. Bu, riyâkârlıktır ve daha tehlikelidir. Yani siyah griden, mavi lacivertten daha evlâdır.
Buraya kadar sabredip okuyan güzel insan, “Sorunu anladık da, çözümün nedir?” diye soruyorsun belki, ama benim bir reçetem yok. Sadece birkaç hikâyeden kendimce aldığım dersler var. Sana onlardan bahsedeceğim.
Montaigne, iç karışıklıkların yaşandığı ve herkesin birbirinin malına göz koyduğu bir dönemde şöyle bir hikâyeden bahseder: Tanış olduğu adamın biri, konağına el koymak için kurnazca bir plan yapar. Telaşla kapısına gelip düşmanlarının onu gâfil avladığını, adamlarının çoğunun vurulduğunu söyleyerek yanında birkaç adamı olmak üzere yardım ister. Montaigne, bunun altında başka bir niyet olabileceğini bilse de kapıyı açtırır ve onu içeri alır. Biraz sonra birer ikişer diğer adamlar da gelir. Avlu atlı ve silahlı eşkıyalarla dolmuştur. Adamlar liderlerinden sinsi planın son hamlesini beklerken, O geri dönüş emri verir ve hiçbir şey yapmadan döner giderler. Böylece, Montaigne’in davranışındaki saflık ve açık yüreklilik, kalleşliği söküp atmıştı eşkıyanın içinden.
Rivayet odur ki, bir sohbet esnasında sahabeler, Hz. Peygamber’e her birini sevdiğini, ama Hz. Ali’yi daha çok sevdiğini ve bunun nedenini sorarlar. Amcasının oğlu ve damadı olduğu için diye düşünürler. Hz. Peygamber, onlara “Biri size kötülük yapsa nasıl karşılık verirsiniz?” diye sorar. “İyilikle karşılık veririz.” derler. Tekrar tekrar kötülük yaparsa diye sorduğunda, sahabenin kaşları çatılır ve ayniyle mukabele edeceklerini söylerler. Hemen sonra Hz. Ali gelir. Muhabbetin konusundan habersizdir. Aynı soruyu O’na da sorar peygamber. “Sonsuz kere kötülük görsem yine iyilik yaparım ya Resûlullah.” cevabını alır ve sahabeye dönerek, “Şimdi neden Ali’yi çok sevdiğimi anladınız mı?” der.
Hindistan bağımsızlık hareketinin siyâsî ve rûhanî lideri Mohandas Karamçand Gandhi, İngiliz egemenliğine ve haksız kanunlarına karşı değil top-tüfek, taş bile atmadan mücadele etti ve başardı. Uğradığı tüm haksızlıklara rağmen şiddetin şiddet ile çözülemeyeceğini, bunun daha da şiddeti artıracağını savunuyordu. Haklıydı.