Oradasın
- HAZİRAN 21, 2020
- 0
- 1
Kapanan kapının sesinden birkaç saat sonra sessizliğin tıkırtısıyla uyandım. Saniyeler geçmiş gibi hissettirse de Çiçero’nun sabaha nazaran daha az ötüşünden anlıyordum günü yatakta devirdiğimi. Güneşin pek misafir olmadığı ev, olduğundan da karanlık geliyordu gözüme. Sıdıka hanım ufaklığı da alıp çıkmıştı. Hayra alâmet değildi bu gidiş. Beni geçtim, evi nasıl bırakmışlardı bir başına anlayamıyordum. Sessiz ve karanlıkta epey uyumuştum. Hareketlendiğimi gören Çiçero, konsere kaldığı yerden devam etti. Kendini muhabbet sanan bir kanaryaydı o ve açıkçası muhabbeti de hiç hoş değildi.
Ufaklığın beni sarsarak uyandırmasından hoşlanmayıp sövsem de içten içe yokluğunun sessizliği daha fazla dokunuyordu. İnsan uyanır uyanmaz ne yaparsa onu yapıyordum ben de; sanki bütün gün dünyevî işlerle meşgul olmayacakmış gibi yattığım yerden dünyayı kurtarıyordum. Her zaman olduğu gibi varlığı ve yokluğu sorgulamaktı işim; olasılıklara uğramak, sebepleri kapıdan çevirmek ve neticelerle sitem etmekti. Çok geçmedi sessizliği dumanla dağıtmak için çıktım yataktan. Kül tablasından taşan izmaritler isyan ediyordu ciğerime yaptığım darbelere. Ben de her lider gibi azınlığı umursamıyor canımın istediğine yapıyordum yatırımlarımı, ölüme… Ufaklık evde yokken daha kolay oluyordu ciğerlerimi katletmek, zirâ hanımefendi evde olduğu zaman geleceğin böylesine güzel olduğunu görmek yaşama tutunmak için bir sebepti bana. Gelecekten bahis açılınca aklıma geldi; bugün boyacı amcaya gidilecekti. Ona gitmek için evi Çiçero’ya bırakıp çıktım.
Işıkların seviştiği caddelerden yürüyüp, garda soluklanmak için durup vedalaşan sevdalara bakıyorum. Elimde bilmem kaçıncı elden kalma bir fotoğraf makinası sana geliyorum, düzensiz kalabalığa ilk adımımı atacağım o son fotoğraf karesini çekmek için. Sonra kep atacağım, güçlünün güçsüzü ezip geçtiği yerden habersiz olan gökyüzüne. Açıp kapıları alacaklar üzerimizden Ömer’in adaletini; sıkıştıracaklar cebimize düzenin huzurunu, geç diyecekler; umuttan yoksun yoksulun üstünden geçip gideceğiz. Hep daha fazlasına sahip olma arzusuyla yanıp tutuşacak bedenlerimiz. Bize eşlik edecek bedenler arayacağız bu yangında. Yanına geldiğimde ucuz yoldan alıntı yapacağım hayatından, tutamayacağım sözler vereceğim. Çarşının ucuna yerleştirmişler seni. Çanta satan abiler ötelemiş sanki; camla kapatılmış telefon kulübesi kadar bir alanda besmeleyle başlamışsın güne. Neşelendirmişsin arkandaki duvarı Mustafa Kemal’in resmiyle. Sen ekmeğine adım atacak ihtimâlleri beklerken, ben seni izliyorum uzaktan. Ellerinin karasında kederi görüyorum amca; yaşanmışları ve yaşanmakta olanları. Ellerinde, gurbetten dönen babama koştuğum çiçekli yolları ve mezarlıktaki yakınlıklarımı görüyorum, uzaktan. Her defasında ziyâreti, bir içimlik sigara kadar tutuyor, tam karşında durmuş önümdeki masada duran deftere bakıyorum. Tek bir soru var; gerçek ne?
Emekten akrabayız seninle. Bizim ihtiyar da, Koca Mustafa Paşa’nın bitirim sokaklarında ağartmış saçlarını. Onun ellerindeki nasırlar da boyamakta olduğun ayakkabıdan miras. Çaycı ikinci voltasını atarken göz göze geliyoruz, bir çay daha isteyip yarım bıraktığım çayı uzatıyorum. Öylece oturup işgal edemem ya bu masayı, gitmenin ve öyle ki, kalmanın bile bedeli olan bu hayatta oturup seni izlemenin de bir bedeli var. Cesaret edip karşına geçince ayakkabılarıma attığın bakıştan irkilsem de gönyede durup sana bakıyorum ve ellerini görüyorum; kaç kişinin ayak izi var ellerinde? Bilmeden veyahut umursamadan rızanı alıp basıyorum deklanşöre. Oy toplamaya çalışan politikacı pozumu verdikten sonra masaya geri dönüyorum. Bugün de gerçekle tanışamamış olmanın üzüntüsüyle sağda solda duran yalanlarımı çantama koyup aynı yoldan eve dönüyorum. Çiçeklere yer bırakmayan taş yığını bahçemden görünen karanlık ev, hâlâ yalnızım diye bağırıyor. Kapıyı açıp eve adım atarken karanlık çarpıyor yüzüme. Işığı açıp kovuyorum onu. Karanlık dağılınca yalnızlığını daha net görüyorum evin. Karanlığı kovunca sessizliği bozardı Çiçero, bozmadı. Yalnızlık usul usul terk ederdi, etmedi. Kafese kafamı uzatıp baktığım zaman teslimiyetini gördüm. Karanlık, sessizlik ve kimsesizlik öldürmüştü onu, yalnızlığın ağırlığına dayanamamıştı. Ne büyük yanılgıydı şu hayat. Tek bir gerçeği vardı, o da ölümdü. Ve saatler sonra kapıyı çaldı… Bunca yıl beklememe rağmen açmaya cesaret edemedim. Ben yerimden kalkmadıkça daha da sert yumrukladı kapıyı, açtım. Zamana bölünmüş yalnızlıklarım, ardı ardına sıraladığım bahanelerim ve değerini bilmediğim, bir defaya mahsus yaşanan ne varsa, gerçeğin sırtına binmiş karşıma dikilmişti.
Bizim diye bildiğimiz hayatlar aslında bizim değildi. Onlar ölüme aitti ve bir gün kendinin olanı almak için kapımızı çalacaktı; hoş geldin.