Jüpiter’in Yedinci Sütunu: Feyruz
- EKİM 3, 2020
- 0
- 1
Gönüllerimize kazınan hikâyesi, kadim Anadolu’dan Mardin’e uzanan Feyruz, savaşın ortasında çığlık etkisi yaratan sesiyle Mağrip’ten Maşruk’a gökyüzünde parlayan yıldızlar kadar insanların yüreğinde yer ediniyor. Savaş sırasında saçtığı ışıkla Ortadoğu’ya, insanlığa kalbinden ve dilinden dökülen şarkılarıyla hizmet etti. Mardinli Wadi Haddad ve Lübnanlı Liza Alboustani’nin kızı Feyruz, 21 Kasım 1935’te Jabal Alarz’da doğmuş, Süryani Ortadoks Hristiyanıdır. Yoksullukları nedeniyle radyo bile almanın ancak hayallerinde mümkün olabildiği bir aileye sahipti. Çocukluğundan bu yana müziğe sımsıkı bağlıydı. Komşunun radyosundan çıkan şarkıları, kulağını duvara dayayarak dinlerdi; barışa ve insanlığa hizmet edeceğini bilmeden yalnızca kalbindekilerin tezâhürü müziği… Bu yoksulluğun yanında aydın bir babaya sahip olmasının şansıyla ilerleyen yıllarına müziğiyle yürüdü, nefes aldı ve yaşadı. Babası, matbaada çalışıp altı kişilik ailesine bakmak için çırpınıyordu. Az kazanıyordu ama çocuklarının eğitimine her zaman önem verdi. Feyruz daha on yaşındayken, olağanüstü sesiyle dikkat çekti. 1950’de yer aldığı okul korosunda arkadaşlarının sesini bastırarak şarkı söyler, tüm dikkatleri üzerine toplardı. Kalabalıktan yükselen sesler arasında onun söylediği şarkı, dudaklarından döküldüğünde kolayca ayırt ediliyordu. Sesi o kadar güçlüydü ki, duyar duymaz dinleyenlerin içine işliyordu. Bu sayede ünlü müzisyen ve Lübnan Konservatuvarı öğretmenlerinden Mohammed Fleyfel’in dikkatini çekti. Feyruz’un yeteneğini görmüştü, sesini duyurmak istiyordu. Bu sebeple onu konservatuvara katılması için ikna etti. İşte yüreklere mıh gibi kazınan peri kızının doğuşu bu keşifle başladı.
Lübnan Radyo İstasyonunda şarkı söylerken, bu defa Halim el Roumi’yi kendine hayran bırakmıştı. Sesinin büyüsüne kapılmıştı Roumi, kulaklarına çalınan billur sesle huzuru anımsamıştı. Feyruz, isteği üzerine Beyrut’taki radyo istasyonu korosuna şarkıcı olarak atandı ve şarkı bestelemeye başladı. Gerçek adı Nouhad’dı, anlamı “Turkuaz” olan Arapça bir isimle seslenilmeye başlandı ona: “Feyruz!” İlk şarkılarını besteleyen Halim El-Rumi, onu Beyrut Radyosuna almakla kalmadı, dönemin en yetenekli bestecilerinden Assi El-Ruhbani ile tanıştırdı. Assi, kardeşi Mansur’la birlikte Lübnan müziğini Mısır’ın etkisinden kurtarmak, özgün hâle getirmek üzere kolları sıvamıştı. Roumi, Feyruz’un sesinin batı müziğine hitap edebileceğini fark etti. Sahip olduğu eşsiz sesi sayesinde artık geride kalmış ve aynı şeyleri tekrarlayan Arap müziğini batıyla temas ettirerek ortaya Lübnan’a özgü müziği çıkardı. Bu yeni müzik türüne farklı tepkiler verildi. Bazı insanlar, “Lübnan’ın müziği katlediliyor,” diyorlardı ama yeniliğe açık olanlar, “Lübnan’ın müziği yeniden doğuyor,” diyerek cesaret verdi. Ortak amaçları için güçlerini birleştirmiş, güzel bir ekip olmuşlardı. Onlar şarkılarını yazdılar, Feyruz da huzur veren tınısıyla insanlara ulaştırdı.
Gökyüzündeki yıldızların elçisi Feyruz…
Mahmud Derviş
Bir süre sonra müzik arkadaşlığı hayat arkadaşlığına dönüştü. Henüz on dokuzundaki Feyruz, Assi El-Ruhbani ile evlendi, mutlu birliktelikleriyle şarkılarında saf aşkı anlattılar. Dört çocukları oldu, biri doğuştan özürlüydü. Feyruz’un acıları o zaman başlamıştı ama sahip olduğu güzel şeyler, acıların önüne geçiyordu. Mutluluğunu insanlara saçıyor, şarkılarıyla umut dağıtıyordu.
O dönemlerde sadece radyoda şarkı söyleyerek dinleyenlerine seslenebiliyordu. Yalnızca radyolardan yankılanarak halkın yüreğine umut düşürüyordu. Ta ki, Baalbek Uluslararası Festivalinde Romalılardan kalma Jüpiter Tapınağında altı sütunun arasında konser verene dek. Orada, Halim el Roumi’nin bestelediği ilk parçası: Lübnan Ya Ahdar Hilo’yu seslendirerek kalplerde ancak küçük bir çocuğun masum hayâl gücüyle eriştiği berceste huzuru yaşattı. Lübnan’ın eşsiz müziğinin yaratıcısı olacağı henüz tahmin edilemezdi ancak buna rağmen sesini duyanlar ona, “Jüpiter’in Yedinci Basamağı” unvanını verdi. Baalbek’te dinleyicilerle buluşmaya 1975’e kadar devam etti. Yenilikçi müziğiyle yeni ufuklar açtı ve insanlığın o ufukta ilerlemesini sağladı. Dünyanın her yerinden konser daveti yağıyordu. Hayranları konserler verdiği New York Carnegie Hall’ü, Paris’te Olympia’yı, Londra’da Palladium’u tıklım tıklım doldurdu; hem de en az beş yüz dolar ödeyerek. Kısa zamanda sesinin ulaşmadığı yer kalmayacaktı neredeyse; Şam, Montreal, Buenos Aires, Rio de Janeiro, Amman, Kuveyt, Cezayir, Tunus, Boston, Detroit, Chicago, Atlanta, Meksiko City, Rabat, Bağdat, Kahire, Miami, Washington, Toronto, Melbourne, Abu-Dabi, Bursa…
Savaşa kadar etnik, siyasi, dini ve mezhepsel ayrılıkların art arda yaşandığı Lübnan’a 1950’li yıllarda Filistinli yüz binlerce mültecinin gelmesiyle tansiyon daha da yükseldi. Farklı ideolojilerin çatışması insanların çok kolay şekilde ayrışmasına sebep oldu. Ve 13 Nisan 1975’te gerçekleşen “otobüs katliamı”, sabırları azalmış, öfkeyle dolu kalabalıkların arttığı dönemde patlamaya hazır bombanın fitilini ateşledi. Beyrut’taki Aziz Maruni Kilisesinin önünde Filistinli mültecileri Tel ez-Zater Kampına taşıyan otobüse Hristiyan Falanjist milisler tarafından düzenlenen silahlı saldırıda 27 Filistinlinin hayatını kaybetmesi, on yedi yıl boyunca sürecek iç savaşı başlattı. Feyruz ise savaş sırasında umutsuzluk ve karanlığa bürünen kalplere direnişten ve umuttan haber taşımaya devam etti. O yıllarda herkes çıldırmış gibi öfke doluydu, eller yalnızca tetiklere sarılıyordu. Feyruz, halkına yüreklerin sımsıkı olması gerektiğini hatırlatıyordu çünkü külleri uzaklara serpilmiş bir Anka kuşuydu Beyrut. Halk, toplumsal travmaların kurbanı olmuş ve cinnete sürüklenmişti. Kardeşin kardeşi katlettiğini gören kalbi, halkına çok kırgındı. Yetmiyormuş gibi eşini ve oğlunu yitirdi. Çok yaralanmış ve yorgun düşmüştü.
Fairouz Arap dünyasına bir mucize gibi aniden geldi. Arapça şarkı söylemek belirli bir düzen ve tahmin edilebilirlik altında ezilirken, milli ruhu en alt seviyelerdeyken; onun sesi uzaklardan kurtulmuş ve mutluluğun notalarıymış gibi yankılandı. O zamandan beri Arap müziği aynı değil. Nostaljik fakat hareketli, hüzünlü fakat karşı koyan, folklorik fakat yeni; onun şarkıları ve sesi neredeyse 30 yıldır hemen hemen bütün kozmik duygularda coşkuya sebep olan belki de tek sestir.
Jabra İbrahim
On yedi yıl boyunca sessizliğe büründü. Karanlığın içinde yeni ufuklar açan meşâle sönmüştü artık. Batıdan gelen tüm çağrılara rağmen ülkesini terk etmedi. Evine kapanıp kendisi gibi müziği seçen oğlu Ziad’a tutundu. Hiçbir zaman insanların birbirini katletmesine yol açan etnik ve dini bir kimlik seçmedi. Birbirine kırdırılmış ve ayrıştırılmış öfkeli insanların hançerlerine, ‘Ben Lübnanlıyım, yalnızca Lübnanlı’ diye haykırarak kalkan tuttu. Ayrımcılığa kurban edilen insanları bir çatı altında tek yürek yaptı. Feyruz şarkı söyleyince Ortadoğu’ya barış gelirdi. Söylediği şarkılar birbirine kastedenlerin hırslarının ve kibirlerinin altında yatan yorgun insanlığın kulağına fısıldayan bir peri kızına dönüştü. Yayılan sesi insanlığı ayağa kaldırırdı. Ayrımcılığı körükleyen her şeye karşı dimdik durmasına rağmen tüm kötülüklerin ardında tozla kaplanmaya engel olamıyor, yorgun düşüyordu. İşte o vakit atılan roketler arasında kalan evine kapandı, hiçbir yere kaçmadı, sessizliğe büründü. Kendisine gelen röportaj tekliflerini ve çağrıları, “Benim acım bana yeter, beni yalnız bırakın… Siz gidin savaşları sona erdirin,” diyerek kabul etmiyordu. Ülkesinin ve barışın arkasında durarak Ortadoğu’da adeta kahramana dönüşüyor, direnişi temsil ediyordu. Halkın kahramanı olmasının ardında birçok onurlu davranışı yatıyordu. Bunların arasında Cezayir Lideri Houari Boumedienne’in huzurunda şarkı söylemesi için aldığı daveti, “Ben kişilere değil, yalnız halklara konser veririm,” diyerek reddetmesi de vardı. Bu davranışıyla kalplere direnişten haberler taşıdı, ayrımcılığa ve güce hizmet edenlerin kalbinde gerginliğe sebep oldu.
Altı ay boyunca Lübnan’daki radyo istasyonlarında şarkıları yasaklandı. Onlar, bu şarkıları yasaklayarak halkın direnişi görmesini önlemeye çalışıyorlardı. Tam tersi oldu. Bu olay, onu daha da saygın kılmıştı. Ezilen halka adeta örnek olmuş ve gücün ellerinde olduğunu hatırlatmıştı. İnsanlar, Feyruz’u hep aklında ve dilinde tuttu. Umudun sesi olmaya çalışan peri kızını en çok üzen şey ise iç savaş taraftarlarının radyoda verdikleri zafer haberlerinde fon müziği olarak bestelerini kullanmalarıydı. O dönemlerde tüm Ortadoğu’da güncel ve politik olayların arasında ezilen halk vardı. Feyruz, savaşın halkta yara açtığını görüyor ve şarkılarıyla bu yarayı sarıyordu. Filistin ve Kudüs adına şarkılar söyledi, barışın ve umudun bayraktarlığını yaptı. Bu şarkıları intifada hareketinde büyük etki yarattı. Yalnızca kendi ülkesinin değil, tüm Ortadoğu’nun barışı için şarkı söyleyen Feyruz, Filistinli devrimci Mahmud Derviş’in şiirlerinde yankılanmaya devam etti. Derviş, “Fairouz’un şarkıları bizim duygusal kimliğimizin isimlerinden biri. Kurtuluşun ve meleklere ulaşan namelerden biri. Fairouz’un hayata dair şarkıları olmasaydı, hayatımızın şiiri nasıl olurdu? Asla yaşlanmayan ve çölleri küçülten ve ayı büyüten şarkılar,” diyordu.
On yedi yılın sonunda huzur, kapatıldığı kafesten kurtuldu. Kafesin kapıları açıldı ve 1991 Ekiminde silahlar sustu. İç savaşın durması Feyruz’un pozu haline gelmiş acı dolu ifadesinde parıltıya dönüşmüştü. Yaralı insanlara, acılarına rağmen güç vermesi gerekiyordu. 1994’te Baalbek’te Jüpiter’in Yedinci Basamağı tekrar insanlarla buluştu. Sahneye çıkması savaşın sona erdiğine işaretti. Yaralar tazeydi, Lübnan ölüm kokuyordu ama herkes Ortadoğu’nun yıldızının kalbinden damlayan umutlar için toplanmış bekliyordu. Ne bir selamlaşma, ne bir konuşma… Yalnızca Feyruz… Dünyaya küskün yalnız bir peri gibi sessizliği ve karanlığı yararcasına şarkı söyledi. Her ayağa kalkışında yerle bir edilen şehir: Le-Beirut‘un sesiydi o. Tüm direnişlerin marşı Le-Beirut’u söylerken acı sesinin arkasındaki gücü savurdu insanlara. Ortadoğu’nun ışığıyla umut saçan yıldızı oldu. Şarkılarıyla birlikte yüzdürdüğü gemi, küskün ama yumuşak dokunuşlarını birçok ülkeye ulaştırdı.
Ülkemizde yazılan ve söylenen şarkılara esin kaynağı olduğunu, onun şarkılarının çevrilerek söylendiğini, Feyruz’u dinlediğimizde kulağımıza tanıdık gelen melodilerden anlayabiliriz. Türkiye’de Ajda Pekkan’dan dinledikleri Sana Neler Edeceğim’in Arapçasını ya da Ferdi Özbeğen’in Bir Düşmeye Gör’ü, Ebru Gündeş’in Tanrı Misafiri, Neşe Karaböcek’in Kısmet’i, Semiha Yankı’nın Tatlı Cadı’sı, Deniz Seki’nin Böyle Gelmiş Böyle Geçer’i ve daha beş yüzü aşkın parçanın Arapçasını duyabilir Beyrut’a giden insanlarımız çünkü duydukları ezgiler, aslında o şarkıların özgün biçimleri. Bizimkiler o güzelim bestelere Türkçe söz yazdılar ve kendilerinin eserleriymişcesine çoğu kez beş kuruş telif hakkı ödemeden çıkardılar. Aralarındaki fark, Feyruz’un barış ve umut için söyleyerek tüm insanlığa hizmet etmesi ve kalıcı izler bırakmasıydı. Hep hüzünlü bir ifadeyle yorgundu ama insanlara mesaj vermek için hiç durmayan savaşçıydı o. Hayatının eksik özetinde saklıydı sevilmesinin temelinde yatan barış arzusu. Gülmedi çünkü gülmek, birbirini katleden insanların küllerinin savrulmasıyla ölüm kokusu sinmiş ülkeler arasında ağır geldi ona.