Güdüklere Kamu Spotu
- MAYIS 8, 2020
- 0
- 0
Hikâye bu ya, karanfilin hikâyesi…
Artemis avlanmaya çıkar, kötü bir gündür eli boş döner. Ormanda flüt çalan genç bir çobana rastlar ve çobanın müziğiyle hayvanları kaçırdığını düşünür. Çok kızar, genç adamın gözlerini oyup yere atar. Çobanın mâsum olduğunu anlar, öfkesinin kurbanı olmuştur tanrıça. Pişmandır ama yapabileceği bir şey yoktur. Çobanın gözlerinin düştüğü toprakta ise iki çiçek açar, kan kırmızısı iki karanfil. O gün bugündür kırmızı karanfil dökülen masum kanın simgesidir… Binlerce yıldır mâsumiyeti, sevgiyi, güzelliği, haksızlığı ve pişmanlığı barındırır, kırmızı karanfil.
İşte biz, bu karanfilin temsil ettiği mâsumiyetin duruluğu ile gelmiştik dünyaya… Ne yazık ki, geldiğimiz yer Artemis’in peşin hükmüyle ve çobanın kaçan hayvanlardan bihaber oluşuyla yaşayan binlercesinin gezegeniydi. Bütün bunlara rağmen ağlayarak da olsa açmıştık gözlerimizi. (Göz açmak içinde doğum ve yaratılış geçen her cümle için bir klişe ama her klişe kendi içinde ispatlı biraz.) Allah’ın hepimize bahşettiği bir aileyle ömrümüzü tüketmeye nail olduk, çok şükür. Takdir edersiniz ki, daha sonrası hafızalarımızda yok ya da var ama doğamız gereği mâsumiyete yer olmadığını öğrendiğimiz an, dünyaya ayak uydururken acı çekmemek için diplere gömüyoruz o anıları çünkü görmeyi keşfetmemiş gözlerimiz beyaz önlüklü dev bir adamın ellerinden baş aşağı sarkıtılarak yediğimiz şaplakla açılmaya zorlanıyor. Gördüklerimize değse bari derken önlüklerin sayısı artmış, ilk flaş onlardan yansımış ak bahtımızın saflığına. Hem de baş aşağı… Daha sonra ebeveynlerle tanışma merâsimi ve sallana sallana uyumaya zorlanma. Ulan hem zorla açtınız gözümüzü, hem de zorla kapatıyorsunuz diye düşündük mü acaba? Kötü ve başarısız bir karşılama ekibi… Hem görmekten yorulmuş, hem yaşlı gözlerine temas ettiğimiz anamızın kucağında doğmakla birlikte ölüm provasına uzanıyoruz aslında, ne fark eder alıştırması sallana sallana olmuşsa? Hocam bebeği sallaya sallaya uyutan bir anneyi gördüğünde, belki çocuk sallanmak istemiyor iyi gelmiyor, ona sorulmuyor ki” demişti. (Hayatımda bu kadar naïf olup o kadar da saçma olan bir düşünce daha görmeyen ben, bayağı şaşkınım tabi ama düşününce fark ettim ki, hayatın başlangıcında karşı karşıya olduğumuz muameleyle bire bir. O koca devin şaplağının kaba olması kadar amacının naïf olması durumuyla eş değer.)
Kısacası bu kadar düşünce bizlere fazla. Sonuçta anamızın acıdan ve korkudan attığı çığlıklar eşliğiyle geldik buralara. Çığlıkların ardından gelen mutluluksa bir başka. Şimdi düşününce ilk telaş ve ardındaki müjdeyle karşılaşmamız bu şekilde olduysa bundan sonraki her kaosun sırtında mutluluk var sandık mı acaba? Sandıysak ne büyük hayal kırıklığı var başlangıcımızda. Ne yazık ki, buyur edildiğimiz bu yerde her çığlığın ardından beklenen mutluluk gelmiyor. O iki duyguyu bir arada yaşayan ve sebebi olduğumuz acıya rağmen kalbindeki sevgiyi daima koruyabilen tek varlık asla yeri doldurulamayacak annelerimiz oluyor. O acıyı kime versen senden nefret edecekken sana rağmen senin hayatın için endişeyle kıvranıyor. Kendi canı mı, aklına bile gelmiyor. Sana yapıp yapabileceği tek kötülük ayağından öfkeyle kaptığı ama atarken hızını yavaşlatmaya çalıştığı terlik oluyor. İleride çok özleyeceğin, burada olsa da kokusunu içime çeksem sonra sabahlara kadar terlik fırlatsa bana diyeceğin o an, işte sana yapabileceği tek kötülük bununla sınırlı olan annenle tanıştın. Hoş geldin… Bundan sonra neler bekliyor seni, hiç sorma. Haksızın parasıyla güçlü olduğu, midesi sırtına yapışmış çocukların poğaça çaldığı için hapislerde yattığı, tanınmış akrabalarıyla saygı duyulanların koltukları paylaştığı, ayakları öpülesi analarımızın dayaktan ve acıdan yorgun düşüp yapayalnız öldüğü, eziyetlere rağmen kucağında çığlıklarının ardındaki mutluluğu olan evlâdı için sustuğu ve o susuyor diye herkesin göz yumduğu, içinde böyle hastalıkları barındıran cüzzamlı diyâr… İzi kalanlardan Sarah Baartman gibi kadınların metalaştığı bir diyârdan bahsediyoruz. Bilmeyenler için kelimelerin dahi yetmeyeceği Sarah Baartman, 1789 yılında Güney Afrika’nın Gamtoos Nehri vadisinde dünyaya gelir. Erken yaşlarda annesini ve babasını kaybeder. Willem Cezar adlı bir siyahî tüccar onu alarak çiftliğinde köle olarak çalıştırmaya başlar. İngiliz bir asker William Dunlop tarafından fark edilir. Sarah’ın çok geniş kalçaları, büyük ve sarkık bir cinsel organı vardır (ki bu özellik kabilesinden gelen genetik bir özelliktir ama bunu anlayabilecek insanlık Avrupalılarda pek genetik değildi). Dunlop, Sarah’a çeşitli vaatlerde bulunur; tıbbî bir araştırma konusu olacağını, zengin ve ünlü biri olacağını vaat ederek Sarah’ı kandırır. Hayatında sevgiye, mutluluğa, hatta kendisine ait bir kazanca dair fikri olmayan Sarah, genç ve mâsum bir kız olduğu için biriktirdiği hayâllerin sunduğu yetkiyle kanar. Çok geçmeden sirk hayvanlarıyla beraber sergilenme, halkın hakaret ve tacizlerine maruz kalma gibi trajik olayları yaşamaya başlar. 1814 yılında Paris’teki bir vahşi hayvan bakıcısına satılır. Bu arada sömürgeci Dunlop ve yardımcılarına karşı imza kampanyaları başlar. ‘’İşverenler’’ yargılanır ancak bundan hiçbir sonuç çıkmaz. Dunlop, Sarah’ın imzaladığını iddia ettiği bir belge hazırlar ve bu belgede Sarah’nın kötü muamele görmediği yazılıdır. Her haksız ve güçlü gibi suçsuzdur Dunlop. Sarah yaşadıklarına dayanamaz, 26 yaşındayken vefat eder. Sarah Baartman otuzuna bile basamadan hayatını yitirdiğinde, ardında çektiği tüm acıların izlerini bırakır. Canlı bedenine yapılanlar yetmiyormuş gibi ölü bedeni sömürülür, bir zoolog üzerinde çalışmak için Sarah’nın bedenini parçalar. Beyni ve cinsel organı çıkarılarak Paris’teki Musee I’Homme’da sergilenmeye başlanır. Geri kalan vücudunun da içi doldurularak o da aynı şekilde sergilenir. Sarah Baartman bugün birçok insan için kadının metalaştırılmasının, bir hayatı olmayışının, bu dünyada gıcırdayan ve rahatsız ettiği için asla açılmayan o kapının ardındaki karanlığın sembolüdür. O ve onun gibi binlercesinin ardından da kırmızı karanfiller bitmiş midir acaba? Hiç sanmam. Bir sürü görünmeyenin yanına yeni gelen kırmızı karanfiller var yalnızca.
Sen de bu düzensizliğin hüküm sürdüğü düzende filizlenecek ve senin için çizilen sınırlarda ilerleyeceksin. Büyüyeceksin farkında olmadan, ailende olup ilerde öyle olmayacak dediğin ne varsa öyleleştirileceksin. Televizyonu açacak ve senin ne düşünmeni istiyorsa onları düşüneceksin. Kutsal duyguları yüklediğin ve hatta o duyguları dâr-ı dünyada tek yakıştırdığın anneler… İşte onlara yapılanları, her dilde değeri yankılanmasına rağmen ayaklar altına alınmasını izleyeceksin. Komşuların kapılar ardında sessiz durduğuna şâhit olacak. Düzenin bu olduğunu savunanlara karşı hayretlere düşeceksin. Olanları sorgulayacaksın akledebilirsen, göreceksin sorunun câhiliyet olduğunu, kadınlarımızın kitap sevmediğini, erkeklerimizin okumadığını… İnsanların birbiriyle yarıştığını hayatla barışık olmadığını, derini göremediğini ve sadece kavga ettiğini, evlerde güdük yetiştiğimizi göreceksin. Ne zaman ki, bir kadının çeyizi baba evinden çıktığında kitap sayısıyla ölçülür, evlâdına okuttuğu kitap ile övünür, işte o zaman ilim zamanıyla aydınlanır tüm karanlıklar. O zaman, insan insanlığı öğrenir. Gözlerini ilk kırpışında hem ağlamaktan, hem yeni doğmaktan ıslanan kirpiklerinin arasından gördüğün yaşlı ama içi huzur dolu gözlerde bulduğun manayı sürdürür. Ancak o zaman çoban olarak geldiğin bu devranı döndüren Artemislerin, öfke ve câhilliğinin hükmüyle kör olmaz, sahipsiz kırmızı karanfilleri görürsün…