Gerçeğin Görülmesi Üzerine
- MAYIS 10, 2020
- 0
- 1

Sarkıtları başımıza, dikitleri ayağımıza takılan loş bir mağaranın içerisinde bileğimizde prangayı ve üzerimizde deli gömleğini fark etmeden, çatlaklarından ölüm kadar sessiz, doğmak kadar canlı su damlalarının yürüdüğü soğuk duvarda izlediğimiz gölgeler… Platon, mağara alegorisinde yaşamı böyle tanımlamıştı. Sonra içlerinden biri tutsaklığını fark etti; deli gömleğini çıkardı, prangayı söktü bileklerinden. Mağaranın girişinden sızan güneşe sırtlarını dönmekti onlara gölgeleri izleten. Işığa yürüdüğünde mağaradan ayrıldı; aydınlığı keşfetti ve o vakte değin gerçek sandıklarının aslında gerçeğin yavan bir yansıması olduğunu anladı. Daha bulduğunun hazzına varmadan diğerlerinin yanına dönerek hakikati anlatmaya karar verdi ve mağaraya geri döndü. Esir kardeşlerinin huzurunda onlara şöyle sesledi: Gördüm! Belki de replik tam olarak böyle değildi ama eminim ki, özeti bundan ibaretti. Kardeşleri, onlara gerçeği anlatan adamı yanlarından uzaklaştırdılar, ötelediler, hâkir gördüler. Gerçeği gören ve fark eden adam bir filozoftu, o günden sonra yalnızlığa mahkûm oldu. Çünkü her bilen fildişi mağarasında yalnızdır biraz ve bu orasının da nihayetinde bir mağara olduğu gerçeğini değiştirmez. Yani filozof bir mağaradan çıkıp başka bir mağaraya girmiş ve yeni mağarasındaki yansımaları gerçek olarak kabul etmeye devam etmişti.
2008 yapımı The Oxford Murders adlı filmde Profesör Arthur Seldom kalabalığa hitap ederken, İkinci Dünya Savaşının ortasında sağından solundan geçen mermilere aldırış etmeden iç cebinden çıkardığı not defterine çıldırmış gibi yazmaya devam eden Ludvig Wittgenstein’in halini, “Adam delirmemişti. Etrafında vızıldayan şarapnel parçalarına rağmen yazıyordu, çünkü bekleyemezdi. O deftere yazdığı şeyler sonraya bırakılamayacak kadar önemliydi. Kelimeler zihnine şekillendiği anda yazmak zorundaydı. Bir saniye bile geciktiremezdi,” diyerek tarif eder ve o “bir saniye bile gecikemeyecek” olan şeyi kalın bir cilt halinde kürsünün ortasına fırlatır: Tractacus Logico-Philosophicus (Olguların Diliyle Konuşmak). Wittgenstein da Platon’la aynı şeyin peşinden gitmiş ve kendinden öncekiler gibi tek bir sorunun cevabını aramıştı. “Gerçeği bilebilir miyiz?” Seldom’un konuşması su gibi akar ve denize kavuşmadan evvel son kurşununu atar, “Eğer tahtaya 2, 4 ve 6 yazarsam 8 geleceğini bildiğimiz için rahat ederiz. Bunu önceden bilebiliriz ama kendimizi kadere mahkûm görmeyiz.” Daha açık bir ifadeyle sayı sistemlerini görebiliyor lâkin kadere dokunamıyoruz ve dokunabildiklerimiz bize daha gerçek geliyor.
Murat Menteş, hayat için “karikatürden daha müphem” dediğinde, bende hayatın hayalî olmasından çok aslında sanatın, yaşamı soyutlaştırmaktan ziyade onu daha somut kılmak üzere insanlığın attığı en büyük adım olduğu düşüncesi tebarüz etti. Öyleyse mağara duvarlarına resim çizmek kabiliyetine haiz olmadan evvel elini beş parmağıyla beraber o duvara basan ve “ben buradaydım” demek isteyen insan, muhakkak tarım devriminden de, sanayi devriminden de daha büyük bir adım atmış, iş çığırından çıkarak rönesansa kadar varabilmişti. Lâkin bana bir madde gösterin çizeyim, diyen ressam ya da bana bir acı söyleyin, kurgulayayım diyen bir yazar ya da ne bileyim bana bir aşk hikâyesi anlatın şiirini yazayım diyen bir şair; eserini aslına ne kadar benzetebilir? Çünkü sanat bize gerçeği göstermez, o da Platon’un mağara alegorisindeki gölgeler gibi gerçeğin basit bir yansıması, koca bir aldatmacadır. Hem de öyle bir aldatmaca ki, John Zerzan başarısızlığını, “Sözün artık çok daha az şey ifade ettiği, yılgınlığın ve tükenmişliğin her tarafı sardığı böylesi bir çağda, şüphe yok ki, sanat da çok daha az şey ifade etmektedir,” sözleriyle anlatır. Sanatın yaşamı değil, yaşamın sanatı taklit ettiğini söyleyen Oscar Wilde’a kulak verecek olursak bu defa vaziyet iyice karmakarışık hâle gelir. Her ne olursa olsun; Thomas Stearns Elliot’un da söylediği gibi, “Sanat anlaşılmaz olana yönelen bir saldırıdır.” Biz dokunulamayanı dokunulur, hissedilemeyeni hissedilir hâle getirmek için bugün sanattan çok öte pembe yalanları kullanmayı göze almış bir çağın çocuklarıyız ve kimse bizi, bizden öncekilerin bıraktığı izleri takip ettiğimiz için suçlayamaz. Çünkü yol, görünmektedir. İnsan için bilmek ancak görmekle mümkündür; körler için bile böyledir bu, onların da bilme kaynağı gören başka bir insandır, yolda kılavuz olarak kabul ettiği kimsenin öyle pek nitelikli olmasına lüzum yoktur, görmesi kâfidir görmeyenler için. Aramızdaki tek fark, bizim gördüklerimizden emin, görmediklerimizden şüpheli, göremediklerimizdense endişeli olmamızdır. John Berger, “Görme konuşmadan önce gelir,” derken aslında insanî ilk eylemin görmek mi, yoksa acı duymak mı olduğu konusunda şüpheye düşürmüyor değil. Dünyaya gelmenin saldırıya uğramak olduğunu söyleyen İsmet Özel, doğan bebeğin havanın ciğerlerine saldırmasından dolayı ağladığını söylerken aynı bebek, görmenin tesiriyle, ulan durduk yere nereye düştük şimdi, diye ağlıyordur belki de. Bunu yeniden doğmadıkça aynı bizler gibi doğmayı tecrübe eden ancak anımsayamayan bilim insanlarından, şüphe ederek de olsa öğrenebiliriz. Kaldı ki, dünyaya yeniden gelsek bile ilerleyen zaman, geride doğuma dair tek anı bırakmayacaktır. Zira o görmenin herhangi bir nesneyle bağı yoktur. O yüzden Kant, görünenin görülmek için uzayda var olması yeterli değildir, der. Onun bir anıya tutunur olması gerekir, aynı zamanda anının da görünene.
Kısa bir süreliğine karşınızda bir bisikletin durduğunu hayâl edin. Ona baktığınızda muhtemelen zihninizde daha önce binmiş ya da görmüş olduğunuz başka bir bisikletle birlikte ona dair ya ilk, ya son ya da en unutulmayan hâtıranız canlanacaktır. Eğer bisiklete ilk binme deneyiminizde düşmüş ve bir yerinizi yaralamış iseniz aklınıza acınız gelecek, eğer size bisiklete binmeyi bugün hayatta olmayan birisi öğrettiyse yüreğinizde özlem hissi peyda olacak, eğer son bindiğinizde yanınızda ayrılmış olduğunuz eski sevgiliniz varsa belki biraz pişmanlık duyacak, eğer bir zamanlar en sevdiğiniz bisiklet olan eşya birisi tarafından çalınmışsa onu geri almak için yapamadıklarınız için yeniden hayıflanacaksınızdır. Muhakkak bunların hepsi ihtimaldir ancak hepimizin aklına farklı farklı şeylerin geleceği kesindir. Dikkat ediniz, aynı şeye bakıyoruz fakat aynı şeyi görmüyoruz. Aynı kadına bakıyoruz ama o kadını hepimiz güzel bulmuyoruz; aynı bardağa bakıyoruz ama hepimiz boşluğu fark edemiyoruz ve hepimizin gözleri aynı duvarda olmasına rağmen gözlerimizin önünden aynı gölgeler geçmiyor. Tabi burada gördüğümüznesneye ön yargımızın ve ideolojimizin kıyafetini giydirdiğimizi düşünecek olursak görme, bireysel ve psikolojik bir eyleme dönüşür. Dolayısıyla şimdiye dek bu satırlarda gördüğünüz kelimeler, haftalar, günler ve hatta belki de saatler sonra yeniden okuduğunuzda size bambaşka şeyler anlatabilir.
Ne yani, şimdi bu kâğıtta gerçekten gördüğünüz şeyler mi yazıyor?