Adı Leylâ Olmasa İyi Kadın Aslında
- ARALIK 4, 2018
- 0
- 0

Leylâ! Leylâ denince başlar sancım, tutar âhım ve tüter tütünüm dudaklarımda dem-be-dem. Manasının ‘’gece’’ demek olmasından mıdır bilmem, söylendikçe karanlık çöker gönül haneme, hüzünler gözlerimi. Hüznün yakıcı ağırlığında gözlerim sulanmaya gebe. Böyle olmadı mı zaten? Leylâ dedi Kays ve bir karanlık almaya başladı aklını. Mecnun olana kadar durmadı karanlığın çökmesi. Kimsenin farkına varamayacağı şekilde kayboldu gölgesi.
İncinmiş fakat ılık bir rüzgâr saçlarını okşarken başladı benim de hikâyem. Bunca zaman söylenmemiş sözlerin tesiri vurdu aklımı. Hatırlıyorum ellerim vardı, tütünümle olan ilişkimi düşünmezsek hayli lüzumsuzlaşan. Yüzünde belli belirsiz çizgiler; sağımı solumdan, solumu sağımdan sıyırıp yönsüz bir cenderede heder ediyordu ayaklarımı. İnsan yönünü kaybedince kayboluyor. Koşuyorum. Koşuyorum, ayaklarımın altı su topluyor bu yönsüz vâhada. Sızıyorum toprağa, duymak için. En azından kısık bir nida gibi. Hiç olmazsa kısık biraz, irkilmek için. Koşuyorum, toprağıma derman olacak bir ses arıyorum, duyamıyorum.
Sonra biraz daha ıslanıyor akşam. Hüznün koynuna yasladığımız akşamlar yaşlanıyor biraz daha. Leylâ diyorum ve koyulaşıyor git gide gökyüzü. Pembeye çalan renkler boğuluyor Leylâ’nın nefesinde. Bir yanımı kaybediyorum. Çok daha fazla eksik buluyorum yamaçlarımda. Binlerce yıldır kimi zaman zehirli mürekkeplerden kâğıda damlayan, kimi zaman kırık mezar taşlarından sızan kelimelerle de yaksam dudaklarımı, düşündüremediğimden ve hissettiremediğimden daha fazlası yok. ‘’Yok’’ diyorum ve sonsuza aşina ruhlara galebe çalıyor karanlığı Leylâ’nın.
Ardımda bırakıp zamanı savaşa duruyorum kendimle. Kaybedenin zafer çığlığını duymak için. Duyamıyorum. Yıldızları söküp semadan beni iki büklüm edecek azametin yolunu soruyorum. Leylâ çözecek sırrımı biliyorum, bekliyorum, duyamıyorum. Zamanın ötesinde geçmişin efkârını geçiremezken izbelerimden omuzlarımı yok olanın ağırlığıyla eziyorum. Yamaçlarımdaki eksiklikler eksiliyor gözlerimden. Nazarda buruşmuş bir yüz dikiliyor karşıma; belki bir hayâl, bir umut, bir ses. Bekliyorum, duyamıyorum.
Ah Leylâ!
İşte böyle Leylâ denince elleri kınalı ihtiyar bir kadın örtüyor gördüklerimi. Alaca bir karanlıkla boğuyor hayatı, sureti gizliyor renksizliğinde. İtin kurttan seçilmediği bir körlüğe hapsediyor beni. Beni sindiriyor beninde, başka bir benin tezahürü bütün cesametiyle esir alıyor bedenimi.
Böyle zamanlarda özlüyor insan adımlarını, doludizgin ve mağrur. Kursağında heyecanla düğümlenen kelimeleri. Gözlerini hatta, sonbaharda üryan ağaçlar gibi biraz utangaç ve kararsız daldan uçmalarda. Leylâ diyorum, hasret bitiyor kapımda. Leylâ diyorum, elleri kınalı bir ihtiyara hapsoluyor aklım. Gece böyle iniyor insana, güne böyle uzak ateşleniyorum.
‘’Hem nasıl güzel hem nasıl karanlık’’ diye söylensem anlayan olur mu bu biçimsiz çelişkiden? Derken Bora ağabeyin sesi getiriyor beni kendime. Elinde bir resmi bana doğru çevirmiş, cevabını hiç umursamayacağı hatta cevap bile beklemediği bir soru soruyor:
-Leylâ çok güzel değil mi be Metehan.
-…
-Aklım karanlıkta kalıyor çoğu zaman ama bir mumun ateşiyle bütün Dünya’nın aydınlanabileceğini de biliyorum. Böyle açık tutabiliyorum gözlerimi. İnançtan herhâlde. Allah’a inanmak çok güzel şey oğlum.
-Leylâ’ya da ağabey. Leylâ’ya da